9U Her Ay haberimiz yokmuş... Saat yedi imiş... Artık kapanmış olan çarşının içinde, insan namına, bir tek milisyoner dolaşıyordu. İki arkadaş birbirimize baktık. Dudaklarımızı ısırarak metanetle gülümsedik. Ağzımızı tıkabasa şekerle doldurarak ' ağır adımlarla yürümeğe başladık... Bütün bu üç gün içinde ilk defa olarak kendimizi dilencilere yakın bulduk. Derken, hirdenbire, bu çok uzamış günde “Hacerisema- vi,, ye benzer bir hâdise oldu. Kocaman sun'i bir buz kalıbı büyüklüğünde, gayet iyi pişmiş bir kara ekmek, köşe başın- dan, iri adımlarla bize doğru gelmeğe başladı. Ekmeği, şo- för kılıklı bir delikanlı güçlükle koltuğu altında taşıyordu. Delikanlının yüzünde, ekmekten çıkan sıcak buharın verdi- gi ıztıraba ragmen bir bahtiyarlık okunuyordu. Esasen gâliba, talih ona bütün hayatınca gülümsemiş- ti. Üzerinde tepeden tırnağa kadar bu gülümseyişin izleri görünüyordu: Meşin şapka, meşinden bir kostüm, dizkapakla- rına kadar yükselen çizmeler bu gülümseyişin eseri idi. An- laşıldığına göre delikanlı haftalık ekmek payını şimdi al- mıştı ve bunu satmağa götürüyordu. Onu dirseğinden yakaladık: — Yoldaş, çarşı kapalı. Orada tek bir adam bile yok. Ekmeği başka şeyle değişir misiniz? O, birdenbire durdu. Şaşkın, biraz da itimatsız bakış- larla bakmağa başladı. Sonra bir solukta: | — Olur, dedi. Fakat ekmeğe karşılık ne vereceksiniz? — Şeker. — Sizin şekerinizi ne yapayım! Dizinin yardımile ekmeğini tekrar, sıkıca, koltuğu al- tına yerleştirdi. Gitmek üzere idi. Fakat hatırına gelen ye- ni bir fikirle durakladı: Elindeki ekmeği şu şekerle niçin değiştirmesin?. Bu şekeri bir başka şeyle değiştirebilir ve- yahut satabilirdi. O başkasile de bir başkasını alabilirdi. Doğrusunu söylemek lâzımgelirse onun bu ekmeği ne değiştirmeğe, ne de satmağa ihtiyacı vardı. Fakat anlaşılan