116 Her Ay — Maymunlaşmıyalım!... Derim. Fırçayı bırakan ellerim bu akı kopardı. Bakmağa baş- ladım. Sebepsiz bir hüzünle “Hayat boşluğu, ümidin nihayet- sizliği, neticenin hiçliği,, hayalime rütubetli bir sis gibi çök- tü. Dudaklarına Rozmond'un mısraları geldi. Aynada kendi- mi Mopasanın hikâyesindeki kahramana benzettim. — Hayır, hayır.. diye başımı salladım. Edebiyat oyna- mıyalım! İşte bir tel ak saç! Pek tabii değil mi? Otuz yaşım- dayım.. Evet otuz yaşındayım. Pencereden giren sabah güneşi aynaya vuruyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Başımı çevirdim. Yürüdüm. Geniş pencerenin kenarına dayandım. (Aşağıları; Kandilli, Kabataş evlerinin damları, gümüş deniz, Üsküdar, Kuzguncuk, Çamlıca şen bir aydınlık içinde parlıyordu. Bu levhanın sağ nihayetinde Karacaahmet selvilikleri bile yeşil görünüyordu. Yavaş yavaş hayalimdeki sis dağıldı. Otuz ya- şından sonra saça düşen ak kederlenmeğe değer miydi? Hem bu keder hemen herkes tarafından.duyulan klâsik bir şeydi. Edebiyatta binlerce nümunesi vardır. Başkalarının ev- velden duyduğunu şimdi yeniden duymağa kalkmak hoşu- ma gitmedi. Fikrimin cereyanını değiştirmek için kendi ken- dime sordum: - Acaba daha otuz sene yaşıyacak mıyım?.. — Belki... Belki de hayır. Geçen otuz senenin otuz saniyeden hiç farkı var miydi? Doğduğum köydeki çocukluğum, İstanbula gelişimiz, mektep Avrupa... Hep gözümün önüne geldi. Beş sene evvel ölen Za- vallı anneciğim: — “Hele otuz yaşına gir. Ondan sonra ömür o kadar çabuk geçer ki insan can sıkıntısı duymağa vakit bulamaz!... Derdi. Vakıa şimdiye kadar az canım sıkılmadı değil.