Her Ay duk. Bizim için, yarı yarıya tuzla karıştırılmış bir kaşık toz şeker yemek, pırıl pırıl domates ehramlarile, mermer gibi domuz iç yağlarile, harikulâde güzel buğday çöreklerile dopdolu Ukrayna pazarını, bu ağustos ayında, geçmekten daha kolaydı. Biz, pansiyon haline çevrilmiş büyük bir otelde oturu- yorduk. Güneş, boş ve gürültülü odamızın tül perdelerini ala- bildiğine kavuruyordu. Odamızın içinde, satmağa yarar, eş- ya namına tek bir şey kalmamıştı. Yatak yorgan çarşafların- dan, yastık kılıflarından maada yatak kılıflarımızı bile sat- mıştık. Yataklarımızın içindeki yumuşak otları birkaç gün içinde parça parça pencereden dışarı atmış, bu suretle bo- şalan yatak kılıflarını, hiç dikkati çekmeksizin “Ev kuman- danı,, nın önünden geçirmiştik. Aşağıda, otelin biricik kapısı önünde ihtiyar bir sigara- cı dururdu. Biz ondan veresiye sigara alırdık. Fakat o bize hiçbir vakit borcumuzdan bahsetmemişti. Biz yanından ge- çerken, o, yürekleri sızlatan bir nezaketle kendi cam sandı- ğına eğiliyor, bizi görmemiş gibi yaparak, üçe, beşe, ona ayırdığı ve bir iple muntazaman bağladığı kendi mamulâtı sigaraları titrek ellerile tasnif etmeğe başlardı. Biz onun yanından mümkün mertebe dikkati celbetmeksizin geçmeğe çalışırdık. Nihayet öyle bir an geldi, ki otele girip çıkmak bir işkence halini aldı. Sabah şafak sökerken otelden çık- mağa ve ancak gece yarısından sonra dönmeğe başladık. Fakat bazan sigaracının kamburlaşmış silüetini, gece yarısı bile otelin kapısında gördüğümüz olurdu. Böyle günlerden birinde, kavrulmuş şehir bahçesinde, vaktinden evvel yaprakları solmağa başlamış bir leylâk a- gacının dibinde akşama kadar yatmıştık... Şehir bahçesinin manzarası hakikaten zavallı ve çok çirkindi. Her tarafında, en ufak bir rüzgârla insanın gözü- ne kaçan bir takım tozlar ve ince kumlar vardı. Bir tek si- gara nefesi açlığımızı giderebilir, bizi bahtiyar edebilirdi. Fakat kimsenin izmarit attığını görmüyorduk. Âdetâ yavaş yavaş suurumuzu kaybetmeğe başlamıştık.