Fakat onun sonraki meslektaslarını, yıllar gectikçe, sokakta aç kalmış bir Türk ressamına inlalâp etmis görüyoruz. Görgü de- giştiği, ölçü değiştiği halde, aç kalan Türk sanatkârının hir se- viyeli sanat yaratmasına imkân olmamıştır. İspanyada Velasguez ile El Greco, İspanyol gemilerinin İspan- , yaya her taraftan altın taşıdığı devirde yetişmişlerdir. Rubens ile Rembrandt, Felemengin, satvet ve ihtisamda İngiltereye he- calık ettiği devirlerde yaşamışlardır. Keza garbın on dokuzuncu asır sanati, garp kapitalizminin bir mahsulüdür. Gerek keyfiyet bukımından mevzuları ve tahassüs tarzları gerek ise kemiyet bakımından hali vakti yerinde binler- ce ailenin salonlarını süslemek itibarile. Fakat bundan, sanıat dediğimiz şeyin bir para işi ve sanatkârın para meclübu olması mukadder bir mahlük olduğgu manası çı- karılmasın. Sanat ve sanatkâr, süphesiz ki, bu değildir. Yalnız, bu devirlerin tetkikinden çıkarılan netice daha ziyade şunu açı- ğa vursa gerektir ki, sanat ile sanatkâr, genç bir akideye daya- narak kendini yeni baştan inşa eden ve bu inşa işinde muvaffak olan bir cemiyetin en asil ve en samn meyvalarıdır. Demek oluyor ki, sanat ta AKİYDE ile İNŞA aşıldır. Hangi devirde ve hangi cemiyette olursa olsun. Önce akiyde meselesini izleyelim: Dünkü cemiyet bize, sanat akiydesi alarak, «sganat sanat içindir» hükmünü devretmiştir. Bütün vecizeler gibi bu hüküm de yanlış tefsir edilmekten kurtulamamıştır. Bir kötü tandans sanatinin önüne geçmek için söylenilmiş olan bu sözün zamanımıza kadar sürüp gelmiş münakaşalara sebep olması, hazindir. Sanat gibi bir mevzuun bir danesi iki defa tekrar olunmak suretile üç keli- meye sığdırılmak istenmesi ise, formalist mantıkın şaheser ci- nayetlerinden biridir. ; Sanat, her zaman insanlar için mevcut olmuştur. Ve onda dai- 29