tebeddülleri, henüz hayatta hiç kimsenin gözünde belirmemiş- ken sanatkârın muhayyelesinde çoktan vücut bulmuştu. Buna maukahil, öyle aserler de vardır ki, bir cemiyet, bir devir veya bir kahraman onlarda kendi ruhunun ve kendi şahsiyatinin ifadesini keşfeder. Daha doğrusu, o cemiyetin, © devrin veya o kahramanın içinde şuursuz, şekilsiz ve dilsiz bir halde yaşayan duygular, ihtiraslar, aşklar, nefretler veya idealler o eserde şu- urlanır, formülleşir, dile gelir. Ö vakit, herkes bir mucize kar- şısında gibi hayretle biribirinin yüzüne bakakalır. Halbuki, hal- ka bir mucize gibi görünen bu şey, haddizatında, onun kendi ruhunun bir inikâsından başka nedir? ü İşte, büyük sanat escerleri, münekkidin veya seçme bir zümrenin takdirleri, telâkkileri, tefsirleri haricinde, doğrudan doğruya halkla, cemiyetle böyle müteaddi veya passif münasebetleri o- lan eserlerdir ve bunların kıymetleri, ancak, kendilerindeki bu alım ve verim kudretleriyle ölçülehilir. Sanatkârın sşahsi mak- sadı, eserinin ideolojik mahiyeti; bütün bunların bir kültür ta- r;ıllr;*.i n'dldfl".(!:l lli(_; ıı.';r meanası 'İ:mflmîı*: ıâ_'].lmf.:eıîr. Teıkik edilen eserin, doğduğu cemiyet üzerinde geç veya erken bir te- siri olmuş mudur, o cemiyelin insanları bunun izlerini ne dere- ceye kadar taşımaktadırlar? Bir sanat meselesinde bizim yegâ- ne ciddi tetebbü sahamız bu noktaya inhisar eder ve bundan Ötesi bir kısır retorik münakaşası, bir nafile edebiyat iskolasti- ki'dir. Esasen, yüksek ve hakiki sanatın sustuğu buhran devirlerinde yalnız bu, söyler, bu, haykırır. Bazı, bu kuru gürültü içinde bir baş-iş in doğuduğundan kimsenin haberi olmaz; fakat çok geç- meden hak yerini bulur. Eser, kendi kendine, hemen hiç kimse- nin yardımına ihtiyaç duymadan kendini gösterir, kabul ve taz- dik ettirir. D Dünyada, meçhul kalmış hiç bir baş-iş yoktur.