bunları istediği yere sevkeder, istediği hızla yürütür, istediği noktada durdurup şaha kaldırmasını veya geriye çekip ma- nialar atlatmasını bilir. Ve bütün bunlar, nekadar ceht mukabilinde! Nekadar kan ve ter pahasına ! ü Yalçın kaya üstünde zincire vurulmuş ve ciğerlerini kartal- lar didikliyen Promethe, bu heyetinde, bir zavallı mahlüktur. Lâkin, onu, zincirlerini şakırdatarak ve ciğerlerini sürükleye- rek ayağa kalkmış tasavvur edin; işte, o zaman büyük sanat- kârın ne olduğunu görmüş olacaksınız. İçeri hayatından bize böyle bir hâile ifşa etmeyen sanatkâr ya bir meddah, ya bir pandomimacı veya bir canbazdır. Burada, biz, artık sanat hududundan çıkıp marifet sahasına girmiş oluyoruz. Mevlâna, Yunus Emre ve Fuzuli'den başka Türk şairlerinin yeri, işte, bu sahadadır. Bize verdikleri heyecanlar, bunun için sathidir. Bizim üstümüzdeki tesirleri, bunun için, çok sürme- den dağılır; bunun için derimizin altındaki tabakaya nüfuz edemez. Bütün bu şair ve nasirleri okuduğumuz vakit, kendilerinde, daima esaslı bir şeyin noksanmı sezeriz. Tıpkı bir yemekte tuzun eksikliği gibi... Ve itiraf edelim ki, bunlarda eksik olan şey de tuzdur. Hâilenin, hâile unsurunun keskin tuzudur. Keskin tuzu diyoruz. Çünkü, yirmi yaşındaki sevdalının göz- yaşlariyle âteşin maşukanın tenindeki nem de tuzludur. Lâkin buradaki tuz, bize, nihayet, Alfred de Musset'nin Gecelerin- deki lezzetle, Nedim'in şarkılarındaki çeşniyi verebilir. Bir çerez sofrasının faydasız tatları... Hiç, ruh ve dimağ bu cins gıdalarla beslenebilir mi? Hayır. Ona bir İlâhlar ziyafeti lâzımdır ki, orada, her yemek, parçalanmış bir büyük avın henüz titremekte olan etidir ve halk denilen yüz bin başlı diğer ülühiyeti, biz, ancak böyle bir doya çağırabiliriz. & 16