SİNEMA Yıldızlar ..ve hikâye bitti çarşın, güzel vücutlu ve son derece göz alan bir hermin manto giy- miş genç kadın, otomobiline binerken çevresini sarmış olan gazetecilere dönüp hafifçe gülümsedi ve: — Arthur'le ayrılmağa karar verdik, hepsi bu. , Söyleyecek başka birşey yok.." dedi Sarışın genç Kadın, sinema dün- yasında milyonların tanıdığı Marilyn Monroe'ydu ve geride bıraktığımız hafta içinde kocası, piyes yazarı Arthur Miller'le ayrılmağa karar verdiklerini bsın mensuplarına açık- lıyordu. Ayrılma haberi yeni değildi. Bu gibi haberleri dünyanın dört bir bucağına yetiştirmekte pek hama- rat sayılan AP, karı-koca arasında- ki geçimsizliği parça parça, dünyaya yayıyordu. Hikâyenin başı, bundan on şu kadar ay öncesine dayanmak- taydı. M.G.M., rejisör George Cukor'a müzikli bir komedi çevirtecekti, bal kadın rolü için de Marilyn Monroe ile anlaşılmıştı. Erkek oyuncu büyük bir ihtimalle Clark Gable veya o a- yarda biri düşünülüyordu ki, pro- düktörlerin gözüne o günlerde "Os- car" armağanını kazanan karısı Si- mone Signoret ile Amerikaya gelmiş olan Yves Montand çarptı. Monroe ile Montand "Let's Make Love-Hadi, Sevişelim"de o oynarlarken dedikodu başladı ve aldı yürüdü. Sevişiyorlar- dı. Montand, Marilyn yüzünden ka- rısı Simone'u ihmal ediyordu. Simo- ne da yakasını kurtarmak için ya- kında mahkemeye müracaat edecek- i, “Vücut"tan "beyin"e erçek şuydu ki Marilyn Monroe, G güzelliği (o derecesinde aklı kısa bir kadındı. Fakat meşhurdu, çok para kazanıyordu, dilediğini yapabi- lecek bir kudrete yavaş yavaş sahip Olmuştu. Hollywood'da patronlara karşı ilk defa kafa tutup, kendi hesa bina film çevirmeğe kalkmış, bun- da da başarıya ulaşmıştı. Üstelik 1s- rarı karşısında prodüktörler daha fazla ayak dirememişler ve Marilyn'e boyun eğmişlerdi. Fakat genç kadın kendisini sevecek ve kendisinin de sevebileceği bir erkek arıyordu. Bu hiç bir zaman Di Maggio olmamıştı. Günlerden birgün tesadüf, Marilyn Monroe ile ünlü piyes yazarı Arthur Miller'i karşı karşıya getirdi. Bu karşılaşma sonucu da her ikisinin ev- lenecekleri haberi ortalığa yayıldı. Olacak iş değildi. Bir kere Arthur Miller gibi bir "beyin" ile, Marilyn Monroe gibi bir "vücut" katiyen bir 34 araya gelemezdi. Aralarında aşılmaz dağlar kadar farklar vardı. laş- maları ve bir yuva kurmaları ise, imkân dışıydı. İleri sürülen bütün bu fikirler ağızlarda çam sakızı gibi do- laşıp dururken, sinema ve edebiyat çevrelerinin şaşkın bakışları arasın- da Marilyn Monroe Bayan Miller o- lup çıkıverdi! (o Evlendikleri 1956 yı- lından bu yana "Monroe-Miller" çif- tinin herhangi bir omesele üzerinde tartışıp anlaşmazlık çıkardıkları gö- rülmemişti. Monroe her fırsatta "Art- hur'ü neden mi seviyorum? oÇünkü bende eksik olan herşey onda var.." demekten geri kalmıyordu. Doğruy- du. Miller, kendisine kafa arkadaşı olarak Monroe'yu yetiştirmeğe çalı- şıyordu. Monroe, stüdyo dışında ken- disini kültüre vermişti. Aradaki bü- yük uçurumu kapatması gerekti. A- ma o uçurum hiçbir zaman kapanmı- yacaktı ve kapanmadı da. Monroe yine sarışın, güzel vücutlu, fakat kuş beyinli bir dilber olarak kaldı, hiçbir zaman Miller'in katına erişemedi. Aşkın ölü yazı rilyn Monroe ile Yves Montand, dillere destan filmlerini çevir- dikleri sırada "Monroe-Miller" çifti de aşklarının ölü mevsimi yaza gir- mişlerdi. Her ikisi de evlilik düzeni içinde kendi hayatlarım yaşıyorlar - dı. Monroe'nun günleri film o çevir- mekle, Miller'inki ise oi yazmak ve piyes düşünmekle geçiyordu. Karı koca birbirlerinden uzaktılar. Monroe kendi dünyasından çıkıp bir başka yeni dünyaya girmekten korkuyor, Miller de Hollywood'u sevmiyordu. Üstelik o eski deli aşk günleri de çoktan gelip geçmişti. Genç kadın kendisinin düşünüldüğü ve görüldü- ğü gibi kuş beyinli bir sarışın bom- ba olmadığım ispat etmeğe çalışmak- tan hem yorulmuş, hem de yavaş ya- vaş usanmıştı. O, öyleydi, değişmiye- cekti, isteyen öyle de kabul edebilir- di. Dört uzun yıl tiyatro kurslarına gidip "gelmekten, etütlerle kitap oku- yup anlamağa çalışmaktan, yaşama- yı unutmuştu. Bu, aradaki kültür farkının kapanmasına Monroe tara- rından da imkan olmadığının görül- mesi demekti. Ayrılma, evlenmeleri gibi yine büyük gürültülerle oldu. Gazetelerin ilk sayfalarında her ikisinin de boy boy resimleri yayınlandı. Son çeki- lenlerinde Monroe, alt dudağı ha- fif kıvrık ve üzüntülü bir haldeydi. Miller ise kalın çerçeveli gözlükleri- nin altından bakan zeki gözleriyle bundan pek memnun görünüyordu. Peri masalı bitmişti. Filmler "Biçimcilik uğrunda" ye filmciliğinin en usta sinema- cısı Osman Seden, senaryocu ola- rak "Kanun Namına"da DE ARM son filmi "Namus Uğruna"da, defa rejisör olarak yine bıraktığı yerden devam ediyordu. Bu, hiç bit- meyecek bir yılan hikayesiydi. Se- den, alaturkalığın verdiği büyük bir rahatlık içinde, toplumdaki kapana sıkışmış insanı 1951 yılından bu ya- na ısrarla veriyordu. Bunun için fil- min türü önemli değildi. İster mü- zikli, ister polisiye, ister Kurtuluş Savaşımıza ait olsun, Seden, bir yo- yenilenen bu durmamacasına kaçış, bir kendini kurtarma savaşı, "Namus Uğrunda" - sında rejisörün istediği en yüksek biçime ulaşmıştı. Daha önceki film- lerinde gerilimi arttırmak için bi- çim zorlamalarına başvuran Seden, bu defa yalın bir sinema diliyle iste- diğini anlatıyordu. Biçim, yılların getirdiği denemeler sonunda (kesin olarak ortaya çıkmıştı, ama asıl ö- nemli olan "öz"dü ve Seden bir sine- macı için en gerekli olan özü "Namus Uğrunda"yla da ele geçirememişti. Filmdeki aksaklıklara, gülünçlükle- re, yakıştırma olaylara ve filmin bas kişilerinden olan genç kızın, sonun- da o kadar trajik olaya yol açan gi- yim kuşam arzusunun neden ileri gel- diğinin lüzumu kadar açıklanmamış olmasına aşırı önem verilmeliydi. Bunlar yerli filmlerimizin kurtulun- ması çok kolay hastalıklarıydı. Fa- kat belki de bu yüzden olacak, hiç kurtulunmayacaktı . Büyük şehrin rejisörü sman Sedenin senaryocu olarak O Ni Namına"dan, rejisör o- larak "Kanlarıyla ödediler"den bu yana süregelen büyük şehirden tab- lolar verme tutkusu, "Namus Uğru- na"da artık yerli yerine oturmuştu. Rejisör, (o"Kanlarıyla (o ödediler"de doklarda geçen uzun kaçış bölümle- rini filmine bilinçli olarak değil, yal- nızca tabii bir güzellik vermesi mak- sadıyla katıyordu. Asıl bundan son- raki "Berduş" -1956-, "Altın Kafes" -1958-, "Gurbet" -1969- ve "Kırık Plâk" -1960- gibi, rejisörlüğünü yap- tığı Zeki Müren filmlerindeki büyük şehir, Sedenin başlıca deneme alam olmuştu. Bunlarda, önemli ( filmleri için yeni denemelere girişiyor, ger- çek çevrelerden nasıl istifade edece- ğini uzun uzadıya araştırıyordu. Çe- şitli planları ilk bu filmlerde düzen- lenmiş, açılar, çekimler hep bunlar- da denenmişti. AKİS, 25 KASIM 1960