Tİ YA Ankara Yarım kalmış tablo ça Tiyatro, bu mevsim başında da, geleneğine sâdık kalarak per- desini telif bir piyesle açtı. "Kana- viçe" adını taşıyan bu piyes Turgut Özakmanın eseri, daha doğrusu bir denemesidir. Evet, vakası, entrikası, çatışması olmıyan, bunlar olmayınca da cansız, hareketsiz bir tablodan ile- li gitmeyen bir küçük piyese bu ad yerilebilirse... Turgut Özakmanın eski eserleri- ni hatırlayınca, soluğunun o gitgide kesildiğini ümkü "Duvarların ötesi" -bütün kusurları- na rağmen bu sonuncular bile- hiç olmazsa ortaya, seyirciyi bir temsil süresi boyunca meşgul edebilecek piyeslerdi. Halbuki "Kanaviçe"nin çizdiği tablo -Od perde arasından fay- dalandığı halde- birbuçuk saat bile sahne o ışıklarına dayanamıyor. Bu birbuçuk saatlik gösteri de, ancak se- yirciye daha fazlasını oaratmıyacak kadar, doyurucu değil... Seyirciye verdiği ne bir edebi ziyafet, ne bir ti- yatro ustalığı ne bir harika buluş, ne de parlak bir fikir. Böyle olunca seyirci neyi görmeğe çağırıldığını pek anlıyamıyor, daha doğrusu üzerinde hayli çalışılması, işlenmesi ve bir ko- medi çerçevesi içine oturtulması, bir komedi için zaruri olan ölçülere gö- re düzenlenmesi gereken ve bu haliy- le bir "taslak" halinde kalmaktan kurtulamıyan bir acayip nesneyle karşılaştığını farkediyor. Biz buna, iyi niyetle ve geniş bir müsamaha ile, "tasvir"den ileri gi- disine ilham veren tiplerden üç port- re üzerinde biraz çalışmış. Bu üç "ki- pi", üç ihtiyar kızkardeştir. İkisi hiç evlenmemiş, biri kısa bir evlilik ha- yatından sonra, bu evliliğin hediye- si olan bir genç kızla hemen kardeşlerinin yanına dönmüş, onların arasına karışmış üç eski zaman ka- dım... Bu üç kızdardeş aynı model üzerene imâl edilmiş üç "robot'"tur. Hem ayrı ayrı, hem müşterek komp- leksleri olduğu halde evliliğe, erkek- lere tabiat dışı bir hâdise ve yaratık gözüyle bakmağa alışmış üç zZza- vallı. Bunlar ömürlerini dış âleme sımsıkı kapalı bir evin içinde, aynı biçim kılık kıyafetle, aynı hareketler ve aynı teranelerle kanaviçe işlemek- le geçiriyorlar. Erkek olarak evin içinde, haremağasından farksız hale gelmiş, bir emektar uşakları vardır. 32 TR O Bu çevrede yetişmiş bir genç kı- zın, az çok, bu üç sevimli cadının te- siri altında kalması, onlara uyması beklenir, değil mi? Hayır efendim. Ne gezer!.. Bu genç kız, sanki bir başka evde, bambaşka bir terbiye ile başka insanlar tarafından yetiştiril- miştir. O kapalı evin ve hanımların kızı çok modern bir zamane kızıdır, hattâ son moda giyinip kuşanmakta- dır. O muhafazakâr, erkek lâfı et- mekten bile utanır görünen teyzele- rin yeğeni iş hayatına giriyor. Gir- mekle kalsa iyi... Orada patronun oğlu ile işi pişiriyor, onu İngilizce dersi almak bahanesiyle evine getiri- yor, öylesine bir evin, ailenin kızı, büyüklerine sormağa bile lüzum gör- meden, seviştiği gençle (oevlenmeğe ror. Ama bunu, eseri sahneye koy- muş olan Ziya Demirelin rejisine borçlu. Bu rejiyi övmek -seyirciyi güldürdüğü ohalde- rejisörü yanılt- mak olur. Bir rejisörün seyirciyi gül- dürmesi değil, güldürmek için baş- vurduğu çâre, kullandığı sistem mü- himdir. "Kanaviçe"de Ziya Demirel, Haldun Tanelin "Ve Değirmen Dö- nerdi..."sinde kullandığı aynı tekniği kullanıyor ve kendi kendisini tekrar- uyor. Üç kızkardeşi, bir düğmeye basmakla hep beraber oturan, hep beraber kalkan, hep aynı el hareke- tiyle kanavice 'işleyi en, hep aynı lâf- ları tekrarlıyan kuklalar haline geti- riyor. Her birinin -ne kadar biribir- lerine benzeseler- ayrı birer insan ol- duklarını, hattâ bu üç kızkardeşten birinin bir anne olduğunu unutmuş görünerek... Bereket versin sanatkârlar yaza- rın da, rejisörün de kendilerini büs- "Kanaviçe"den bir sahne Oyuncuların kurtardığı oyun karar veriyor ve evleniyor. Birbuçuk saat müddetle gözümü- zün önünde tutulan bu tablonun ne mânaya geldiğini anlamak güç. En basit şeylerde bile derin mânalar bul- mak isteyenler bu alelâdelikte "eski- yeni" mücadelesini, köhne bir dünya görüşünün yıkılışını ve genç neslin zaferini kutlayabilirler. Belki oyaza- rn yapmak isteyip de yapamadığı buydu. Ama bunu keşfetmek için "şair"in "batn"ındaki "mâna"yı sese bilmek lâzım. Bu kuwvetli seziş te, ne yazık ki, her kula nasip değil... Sahnedeki oyun My ali” bir taslak halinde kal- masına, umdurduğunu buldur- mamasına, rağmen seyirciyi güldürü- bütün bir kukla haline getirmeğe ça- lışmalarına biraz direniyorlar, karşı koyuyorlar. Semiha Berksoy, Beyhan Gönen ve Nurşen Özkul, oyunlarının kuvvetli oifadesine Obâzı nüanslar katmağa imkân buluyorlar ve bu- nunla, düğmelerine basan ellere sah- ne sanatının hürriyetini kolay kap- trmayan bir sanat olduğunu, sahne kişilerinin bütün baskılara rağmen sahnede ancak kendi (o duygularıyla "yaşadıklarını" hatırlatmış (o oluyor- lar. Istanbul "İkinci Baskı | stanbul sahneleri içinde yeni mev- sime telif bir eserle girmek ce- AKİS, 31 EKİM 1960