İstanbul Kel başa... asanın başında kendinden geç- miş el futbolu oynıyan onüç, on- dört yaşlarındaki çocuk, on dakika- dan beri yanıbaşında dikilen uzun boylu, iri yapılı adama endişeli na- zarlarla baktı. Adamın — gözlerinde müstehzi bir ifade olmasa-, pek al- dırmayacak, oynadığı oyuna devam edecekti. Ama on dakikaydı bu... U- zun boylu, iri cüsseli adam tam on dakikadır gözlerini kendinden ayır- mıyordu. Çocuk nihayet dayanama- dı. Masanın hırsla tuttuğu kollarını cansıkıntısıyla bıraktı. Arkadaşına: "— Bırak artık, - oynamayalım" dedi. Masadan uzaklaşmak için geri döndü. Fakat geriye dönünce de ge- ne o deminden beri başında dikilmek, te olan uzun boylu gözlüklüyle bu— run buruna geldi. "— Sen ne arıyorsun, burada yav- rucuğum?" — Senin mektebin yok mu ba- m?" sabahları gidiyorum" — Ogleden sonra ders çalış- maz mısın?" — Akşamları çalışıyorum" — Bak çocuğum, ben senin Vali amcanım. Bir daha' buralarda gorun— memeğe söz verirsen seni af ederini" Çocuk başını onune egdı "— Söz Verıyorum dedi. amcası da onu af etti. İstanbulun çiçeği burnunda Vali- si Müm Tarhanın vazifeyi devir aldıktan sonra ilk başladığı ve hâlâ da devam ettiği iş. çocukların hâl ve tavrını tetkik etmek olmuştu. İstan- ulda "el futbolu" adı verilen bir Vali kahve oyunu son zamanlarda pek re- vaç bulmuş, üniversite — talebelerin; den ilk okul talebelerine kadar ya-> yılmıştı. Bu, tabiatıyla — çocukların büyük, zamanını alıyor, — derslerine mani oluyordu. İşte Vali Tarhan bu dâvanın İstanbulun en büyük ve mu- hakkak hal edilmesi gereken dâvası olduğuna karar vermiş olmalıydı ki kollarını sıvamıştı. Hemen her n günü yanına bir iki memurunu a- lıyor bu futbol salonlarını dolaşıyor- du. Çocuklar önce onu görünce tanı- mıyorlar, oyunlarına devam ediyor- lardı. Vali de bir müddet gnları manalı bir tebessümle seyrediyor, sonra Sor- guya başlıyor, kendisinin "Vali am- ca'ları olduğunu söylüyor, nasihat- ler veriyordu. Şimşir tarak İ yiydi, güzeldi, bu teftişler, saye- sinde birkaç çocuk, korkularından bir daha bu el futbolu salonlarına uğ- rayamıyordu ama, İstanbulun dert- lerinin en başında bu çocuk meselesi- nin geldiği çok su götürür bir şeydi. Bir şehrin bütün umurunu idare et- me mevkiinde bulunan zat, kalkar da vaktinin büyük kısmını çocuk takibi, ne hasrederse buna ne demek gere- kirdi ? İstanbulun meselâ bir ekmek der- di vardı. Kış biraz kendini gösterdi mi fırınların önünde kan gövdeyi götü- rür, bir ekmek alıp koltuğunun altı- na sıkıştırabilen kahraman sayılır- dı. İstanbulun mesela bir vasıta sı- kıntısı vardı. İstanbullular yağmur altında, kar altında sabah akşam, sa- atlerini tıklım tıklım, salkım saçak gelip giden otobüslerde, tramvaylar- da yer bulabilmek için itişip kakı- şarak harcıyorlardı. İstanbulun me- sela bir odun, kömür derdi' vardı. Öyle YURTTA OLUP BİTENLER aileler vardı ki neredeyse kısın or- tası geldiği halde hâlâ kömürün yü- zünü; görmemişlerdi. Odunu zümrüdü anka kuşu kabilinde binde bir bulabi- liyorlardı. Mangal kömürü ise epey zaman vardı ki İstanbulluların rü- yalarına bile girmiyordu. Istanbulun mesela bir yol derdi vardı, "imar" harabelerinin arkasında Vatandaşlar dizlerine kadar çamura bulanıyor, a- dımlarını bir asfalt parçasına ulaş- tırmak için boş yere çabalıyorlardı. İstanbulda meselâ bir su davası var- dı ki her yaz pek çok İstanbullu evin- de, değil yıkanacak, içecek su dahi bu lamıyordu. Musluklardan su yerine bir tısıltının geldiğini bilmeyen kal- mamıştı,i İstanbulun bir havagazı derdi vardı. İstanbulun bir çürüğe çıkmış, yedek parçasızlıktan işleye- meyen otobüsler derdi vardı. İstanbu- lun bir temizlik derdi vardı. İstanbu. lun bir.. Bu birleri uzatıp gitmek, sayfalar doldurmak işten bile değil- di. Üstelik bütün bunların ve bunla- rın üstünde bir pahalılık derdi vardı ki dillere destandı. Doğrusu dışardan bakan bir insan Mümtaz Tarhanın davranışını görün- ce İstanbulun tek eksiğinin leğen ör- tüsü olduğunu sanırdı. Bunu da Tar- han temine çalışıyordu. Ama bu, es- ki Çalışma Bakanı ve eski Ankara Milletvekilinin ezeli zaafıydı. Bakan- lığı sırasında da Ankara Kollejindeki çocuklarını bırakamamış, çok zaman okul kapısında bekleyerek kravatı, şapkası olmayan çocukları içeri al- mamakla uğraşmıştı. Tıpkı Ankara- da olduğu gibi burada da Yurt Bilgi- si derslerine -fahri olarak- giriyor, en sıkışık saatlerinde bile ne yapıp yapıp bir zaman bularak çocukları- na hocalık yapmaya gidiyordu. Bu huyundan bir türlü vaz geçememişti. Gerçi bu hocalık, öğretmek aşkı tak- Aksarayda bir fırın önünde ekmek almağa çalışanlar Binbir dertten yalnız biri... AKİS, 4 OCAK 1958 l11