neye koşuştular ve küçük bir piyano- ya benzeyen âletin etrafında toplan- dılar. Belki hepsının ilk defa gördü- ğü bu çalgı, yeni icat edılmış bir e- lektronik piyano, yahut "ondes mar- tenot" veya "rhythmicon" değil, beş asırdır kullanılagelen, fakat Türki- yede ilk defa olarak -o da bir yaban- cı topluluk sayesinde konser sahne- sine çıkan klavsendi. Az sonra genç bir Alman kızı öğrencilerin arasına karıştı ve onlara, klavsen hakkında izahat vermeğe başladı. Bu genz kut o am Konservatuar sahnesinde Ankaradakı ikinci konserini vermiş, Hamburg'un Gebel Triosunun klav- sencisi Hannelore Unruh'du. Topluluğun kurucusu, 1ideri ve flütçüsü Ulrich Gebel idi; 20 yıldır oda musikisi sahasında çalışan, e- mekdar ve tecrübeli bir musikişinas- dı. 1938 yılında da bir defa Ankaraya gelmişti. İkinci Dünya Harbi, triosu- nun dağılmasına sebebiyet vermiş, fakat harpten, sonra sanatkâr toplu- luğunu yeniden kurmuştu. Gebel Tri- osu, bugünkü uyelerıyle -flütçü Cebel ve klavsenci Unruh'dan başka viyo- lonist Hildegard Gebel Mahlke ve çellist Wilfried Boettcher- 1951 yı— lından beri faaliyet halindeydi. Ham burg'da her mevsim, seri halinde altı konser verir, bunun dışında Alman- ya'yı ve yabancı memleketleri dola- şırdı. Bu defa ziyaret edilen ve edi- lecek memleketler arasında, Türkiye- den başka, Avusturya, Bulgaristan, İran, Irak, İtalya, mümkün olduğu takdirde Mısır ve Ürdün vardı. Grup, küçük bir Volkşwagen otobüsüyle se- yahat ediyor, klavseni beraberinde taşıyordu. Hernekadar Gebel topluluğu dört çalgıcıdan müteşekkil idiyse de, re- pertuarı dolayısiyle, — trio adını alı- amen XVIIİIİ. asrın eser- lerinden müteşekkil repertuarlarında trio-sonatların sayısı çoktu. Bir triö- sonatta ise, iki solo çalgıdan başka, viyolonsel (yahut gamba) ile klavse- nin meydana getirdiği "rakamlı bas" birleşmesi Vardı; viyolonsel ile klav- sen, birbirlerinden ayrı partileri ol- dı 1 için sanki tek bir çalgı ımış— ler gıbı telâkki edilirlerdi. Bunu beraber Gebel grubu, programlarında ki eserlerden birinde, tam bir kuartet mahiyetini aldı. Bu eser, 1681 ile 1767 yılları arasında yaşamış Alman bes- tekârı Georg Philipe Telemann'ın bir kuartetiydi. Telemann, "keşfettiği" bestekârlardan bırıydı Zaten bugünün musikiseveri, eski musikiyi tanıma bakımından, kendini mesut addedebilirdi. XIX. asır, daha eski çağların musikisini ihmal etmiş, hatırlayabildiği kadarında da ancak yanlış tanınmasına sebebiyet vermiş- ti. XX. asra ait bir ilim olan müziko- loji ilmi sayesinde eski musikiye ve bu musikinin mümkün olduğu kadar aslına uygun; bir şekilde çalınmasına olan alâka artmıştı. Zaten hem klâsik ve barok çağların, hem de daha eski devirlerin musikisini bugün, XIX. as- rin geleneklerine göre yetişmiş "bü- AKİS, 17 KASIM 1956 yük" solistler değil, - kendilerini bu gayeye vakfetmiş araştırıcı musiki- şinaslar ve musiki öğretimindeki mo- dern usüllerle yetiştirilmiş genç icra- cılar başarıyla çalabiliyorlardı. İşte Gebel Triosu böyle sanatkâr- lardan müteşekkil bir topluluktu. XV. asır musikisinden başka hiç- bır şey çalmıyorlardı seçtikleri sa- hada tam bir ihtisasa varmış ol- dukları bellıydı Çaldıkları her eserin manasım ve yapısını belirten sağlam Operanın Büfesi Bogazı kuruyan bir seyırcı bir bardak maden suyu iç- mek istedi; bir başkası, vaktin- ri, ince gece elbisesiyle, üÜüşü- müştü. Bir fincan: sıcak çay, yahut bir kadeh konyak ne iyi gelirdi! Hepsi, perde arasında ait kat fuayesindeki büfeye koştular. Bomboş bir tezgâh gördüler. Operanın büfesi bu mevsim bir türlü açılamamıştı. Koşede bir grup operaya, pık— niğe gider gibi yiyecek ve içe- cekleriyle beraber gelmekten bahsedip şakalaşıyorlardı. Operanın büfesi eskiden beri şikâyet mevzuuydu. — Ilınmış meyva sularından, esans kokan kötü gazozlardan başka çeşit şeyler sattığı yoktu. İş bilme- yen tezgâhtarlar, perde arala- rında müşteriler yığılmaya baş ladı mı şaşkına dönerler, gazoz isteyene şeftali suyu açarlar, bir liranın üstü diye beş liranın üstünü verirler, şışelerı ve bar- dakları — kırarlar Devlet Tıyatrosu devamlıla- rı yıllardır bu müessesenin, me- deni bir temaşa salonuna lâyık büfeye kavuşmasını bekleye- dursunlar, bu yıl, bir mahalle sinemasının büfesini andıran o eski kolaylıktan bile mahrum kalmışlardı. Devlet Tiyatrosu Umum Mü- dürü herhalde yabancı memle- ketlerin operalarında ve tiyat- rolarında büfelerin nasıl oldu- ğunu, neler satıldığını, tezgâh- tarların nasıl hareket ettiklerini görmüştür. Herhalde oralarda opera ve tiyatro seyircisinin ha- fif meşrubatını iktifa etmediği- ni, hafif yiyecekler, cay ve kah- ve, hatta alkollü içki aradıgını -ve bulduğunu- biliyordur marız ki opera büfesinin geç— mişteki ve hele şimdiki durum- larına üzülmekle kalmıyor, en yakın zamanda birşeyler yap- mayı da düşünüyordur. MUSİKİ bir üslüp telâkkisine sahiptiler. He si gayet iyi çalıyorlardı. lcralarında hem hareket, hem de düşünce bera- berliği vardı. Çalgıların ses şıddetlerı arasında tam bir muvazene kurmuş- lardı. Klavsenin, bir gitardan daha da hafit duyulan ve çeşitli salonların a- kustiklerine göte. değişebilen ses şid- detinin bu muvazeneyi aksattığı söy- lenemezdi. Belliydi ki bu beraberlik, yıllarca beraber çalışmış Ve çalmış olmanın önlenmez bir neticesinden i- baret değildi. Topluluktaki üyelerden herbırı vazifelerini gerektiği gibi ifa etmeğe imkân veren zihin yapısına, kulture ve çalgı tekniğine malik sa- natkârlardı. Çalışmalarını tam bir ti- tizlikle, topluluk ruhu içinde, hem bir ilim adam m de sanatkâr davra- nışıyla yaptıkları anlaşılıyordu. İlk defa çalman eserler rio'nun Ankara da verdıgı uç kon- ayrı pro k bü- yuk bır ıhtımalle Turkıyede ılk defa olarak çalınan eserlerle doluydu. Bach, Haendel, Haydn, Mozart, kon- ser programlarımızda arasıra yer a- lan bestekârlardı. Fakat, memleke- timizde devamlı olarak çalışan bir o- da musikisi topluluğ olmadığı ve yabancı memleketlerden bu gibi grup lar ancak birkaç yılda bir Türkiyeye uğradıkları için, bu bestekârların e- -erlerinin şimdiye kadar sadece pek küçük bir yüzdesi Türkiyede çalın- mıştı. Bundan başka, Johann Joac- him, Ouantz, Vincent Lübeck, Joseph Bodin de Boismortier, Karl Stamitz gibi, gene modern — müzikoloji saye- sinde ansiklopedi sayfalarına gömü- üp kalmaktan yavaş yavaş kurtul- mağa başlayan XVITI. asır bestekâr- ları da, aynı büyük ihtimalle, mem- leketimizde ilk defa olarak bir kon- ser programına giriyorlardı. Gebel Triosunun üç konserine de -diğerleri Alman Kütüphanesi ve Milli Kütüphane'de- giriş bedavaydı. Fakat bu seçkin teşekkülün bize ka- zandırdığına paha biçilmezdi. Halkı- mız arasında oda musikisi zevkinin henüz yer etmediği şüphesizdi. Ne de olsa, musikinin bu kategorisini, en i- yi örnekleriyle tanıma imkânı, kon- ser dinleyicimize şimdiye kadar sağ- lanmamıştı. Bununla beraber Gebel Triosunun her konserinde salonlar doluydu dinleyiciler bu musikiden büyük zevk aldıklarını hararetli al- kışlarıyla bellı ediyorlardı. Ankara Radyosunun musiki kısmı da, nadiren ele geçen bu mükemmel fırsattan faydalanmayı ihmal etme- Gebel topluluğunun zengin reper- tuarını sese aldı. Bu mühim konser- leri kaçıranlar, radyonun ses kayıtla- rı yayınlandığında, trionun evsafı ve mahiyeti hakkında iyi bir fikir edin- me imkânını bulacaklardı. Konserde hazır bulunanlar da vazıfelerını ge- rektiği gibi ifa etm imkân veren bir zihin yapısına, kulture ve çalgı tekniğine sahip sanatkârları, bir defa daha, zevkle anabileceklerdi