Haftanın içinden «... ama , doğruyu yazsın!» ürkiyeye şimdiye kadar basına âşık olmayan, onu T baş tacı etmeyen, basın hürriyetine inanmayan bir iktidar gelmemiştir. Her iktidar basına kollarını aç- mıştır, her iktidar basma şükranım bildirmiştir, her iktidar basın hakkında en iyi niyetlerle dolu olduğunu belirtmiştir. Buna mukabil iktidarların hepsi basından bir tek, bir küçük hususa dikkat istemiştir: Doğruyu yazmak! İktidarlar basınla hep, gazeteciler doğruyu yazmadıkları, gazeteciler kendilerine verilen hürriyeti suiistimal ettikleri, gazeteciler yapıcı tenkit yerine tahkire, tezyife, yıkıcılığa kaçtıklarından dolayı bozuş- muşlardır. Bir belirli süre devam eden balayı en sonda, elinde kudret tutanların kaşlarını çatmaları, sert ih- tarlara başvurmaları, zecri tedbirlere mecbur kalma- ları ile bir çatışına halini almıştır. , Barometre fırtına göstermeye başladı mı, gazeteciler içinden bir zümre -hakşinaslar ve doğruyu görenler- daima iktidardan yana olmuşlar, "Canım, biz de hakikaten aşırı dav- ranıyoruz. Basma düşen yıkıcı, parçalayıcı tenkitler- den kaçınmak, gereken dikkati, titizliği göstermektir. Baksanıza, adamlar ne kadar iyi niyetli. Onları yıprat- makla, bazdan üzerine dikkati çekmekle bu memlekete hiç bir şey kazandıranlayız. Basının vazifesi bu olamaz. Ahlak oyununda verdiğimiz imtihanı başarmış değiliz. Bize karşı bu kadar şefkatli davrananlar tarafından vazife ve sorumluluğumuzu bilmemekle, halk oyunu yanlış yollara yöneltmekle suçlandırılmamız çok acı. Bu memlekette bütün müesseseler el birliği, iş birliği yapmazsa iyi günlere kavuşamayız. Faydalı hareketle- re girişenlerin şevkini kırmamalıyız. Bilâkis onları des- teklemeli, cesaretlendirmeliyiz. Memleketin halini gör- müyor muyuz? Bırakalım, adamlar rahat çalışsınlar" diyerek vaziyet almışlardır. "Doğrul" Bütün tarih boyunca her çatışmanın se- bebi bu mefhum üzerinde bir mutabakata! imkânsızlığı değil de, nedir, lütfen söyler misiniz? Basından doğru- yu yazmasan, sâdece Ve sâdece bunu istemek insana ilk bakışta pek haklı, pek yerinde bir talep gibi geliyor. Menderesi hatırlayınız. Adamın bütün derdi basının, o kalkınma hareketlerinin üzerine eğilecek yerde yok İspat Hakkıymış, yok İsmail Hakkıymış, bir takım fasafiso meselelere ehemmiyet vermesi, D.P. içinde iki- lik çıkartmaya çalışması, şahısları yıpratmaya kalkış- ması değil miydi? Menderes, muhalefetteyken sahip o- lunan "doğru" mefhumunun iktidara geçildiğinde be- nimsenen "doğru" mefhumuyla aynı bulunmadığının da canlı şahididir. İnsanlar, kendilerinden başkalarıyla uğraşıldığında bu mücadeleyi zevkle, takdirle seyredi- yorlar. Kullanılan usulleri yerinde, dürüst buluyorlar. Tenkit okları komşuya saplandığı müddetçe, hele kom- şu bir hasımsa, basın doğruyu yazmaktadır. Ama a basın kendisinin en meziyetini söyleyip bir de kusuru- nu belirtti mi, artık doğruyu yazmamaktadır Bu şikâyetlerin, aslında, daima meşru temelleri ol- muştur. Gazeteler, yirmidört saat içinde hazırlanması mecburiyeti bulunan mevkutelerdir. Her haberin tahki- kine imkân bulunamaz, her haberi veren muhabir ise kusursuz, mükemmel bir varlık değildir. Bu yüzden hatalar, aksaklıklar dünyanın bütün gazetelerinde de- vamlı olarak bulunur. Tenkitlere gelince, o kadar as tenkit vardır ki bazen istihza, bazen istihfaf, bazen AKİS,10 EKİM 1960 tezyif tonuna hiç, ama hiç taşımasın. Her tenkit bir beğenmemenin ifadesi olduğuna göre, beğenilmeme mutlaka alınganlığa yol açacak, bir kelime, bir cümle fazla sert, haksız, yıkıcı bulunacaktır. Elbette ki o ke- limeyi, o cümleyi kullanmamak kabildir, elbette ki ya- zılan son derece dikkatli, itinalı, ihtiyatlı hazırlamak mümkündür. Bütün tenkitlerde şevk kırmamaya bakı- labilir, ikaz havası muhafaza edilebilir. Ama bu, bası- nın vazifesini güllabicilikle biraz fazla karıştırmak ol- maz mı? Zira, hangi sahada olursa olsun halkın karşısına çıkanlar mutlaka alkışlanmayacaklarını, mutlaka ço- cuk muamelesi görmeyeceklerini, tenkit vazifesini o- muzlarında taşıyanların daha ziyade gaddar ve mer- hametsiz bulunduklarını peşinen hesaplamak zorun- dadırlar. "Kırıcı tenkif"ten şikâyet sâdece politikacıla- rın, devlet idare edenlerin şikâyeti değildir. Bir tiyatro sanatkârıyla görüşünüz, size münekkitlerin insafsız- lıklarından bahsedecek, "sanat nadir yetişen narin bir çiçektir, ona hırpalamak değil mütemadiyen sulamak lâzımdır" diyecektir. Herkes, kendisine hatasının gös- terilmesine hararetle taraftardır. Ama bu, dostane ya- pılmalıdır. Ama bu, insaf ölçüleri içinde kalmalıdır. A- ma bu, haksızlıktan azade olmalıdır. Şart o kadar çok- tur ki, aslında hoşa gitmeyenin tenkitten ibaret bulun- duğunu anlamak için aşın bir zekâya İhtiyaç yoktur. Basın hürriyeti elbette ki sövme hürriyeti değildir. Ancak, övme hürriyetinden ibaret bulunmadığı da lüt- fen kabul edilmelidir. Herkes sizi alkışlarken gazeteci- leri kucaklamak kolaydır. Zira o zaman işler iyi git- mektedir. Yol halılar ve çiçeklerle kaplıdır. Etrafınıza selâmlar dağıta dağıta ilerlersiniz. Fakat iş, insanın önüne dikenler ve çitler çıktığında sükuneti muhafaza edebilmesi, tenkitlerin güçlüğü değil, güçlüğün tenkit- leri doğurduğunu görebilmesidir. O zaman kolayca far- kedilir ki rahatlamanın çâresi tenkitlerle uğraşmak yerine güçlükler üzerine gayreti teksif etmektir. Gariptir, iktidarlar bütün bunları muhalefetteyken -yahut iktidarda değilken- görürler. O zaman iktidarda olana tahammül, akıl, basiret ve izan tavsiye ederler. Tenkitlerini, bazen eza pahasana esirgemeyenleri alkış- layarak omuzlarına alalar, medeni cesaretlerinden, idealistliklerinden dolayı onlara hayranlıklarını, şük- ranlarını bildirirler. Bu tenkitlere kulak verecek, onlardaki doğru tarafı bulup çıkaracak ve ona öre tutumunu ayarlayacak yerde kaşlarını ça- tanları kusurlu balarlar. Ama kendileri gelip te icraat- ları aynı ölçülerle davranan gazetecilerin oklarına mâ- ruz kaldı mı, artık o eski idealistler maksatlı hare- ket eden, belirli menfaatlerin temsilcisi, hırslı ya da şantajcı, cahil ya da şımarık, âdi ya da aşağılık kimse- ler olmuşlarda*. Aslında değişen siyasi takanlardır. Ba- sın, ama kapkaççı veya besleme değil, sâdece kendisine güvenen ve mesleği basamak saymayıp bir ömrün mâ- nası bilen basın hep aynı yerdedir. Belki de siyasi ta- kanların ona, kendileri alttayken ve üstteyken değişik görmeleri pek basit bir perspektif hadisesidir. İnsanın, Montaigne gibi feryat edesi gelmiyor mu: “Her m emirlerine verelim; ama düşüncemiz bi- ze kalsı