biri olduğuna daha kuvvetle inandı- lar. Tancred'i oynayan John Kriza'da ise, bir cengâver prense has gurur, asalet ve kuvvet vardı. "The Combat" gecenin en büyük başarısı oldu. Ese- rin musikisi, genç İtalyan bestekarı Rafaello de Banfîelde aitti. Partisyo- nu, mühim bir eser olmamakla bera- ber eksen bale musikilerinde bulun- mayan bütünlüğe — malikti, Sahneyi gerektiği gibi desteklıyordu Ritmik ve armonik bakımdan maceraperest değildi. Melodileri sade ve tesırlıydı rik Bruhn ile Nora Kaye'in dan- settikleri "Black Swan" pas de deux' sü, kumpanyama yıldız dansçıların- dan ikisini tanıttı. Topluluğun prima ballerina'sı, şöhretli dansçı Nora Ka- ye hakkında daha müsbet bir hükme varmak için ikinci geceyi beklemek lâzımdı. Erik Bruhn ise hem büyük bir virtüöz, hem de dansta yaratıcı sanatkârlık seviyesine erişmiş bir ba- leciydi. Rahatlık ve güven içinde icra ettiği “entrechat"ları bol bol alkış toplam. Folklor meselesi on parça, Agnes de Mille'in "Ro- deo"su. Amerikan folkloruna da- yanıyordu. İlk ilân edilen programda bu eserin yerınde Jerome Robbins'in "Fancy Free"si vardı; fakat ne Ati- nada. ne de İstanbulda tutmamıştı. Bunun üzerine kumpanya idarecileri programda degişiklik yapmışlar, “Fancy Free yerine "Bılly The Kid" i koymuşla "Rodeo"yu da ikinci programda bırıncıye nakletmişlerdi. Agnes de Mille duygulu olduğu ka- dar zeki, iyi zevk sahibi, küçük tefer- ruatla buyuk tesirler yaratmasını bi- len, dans sahnesini derinliğine 'tanı- yan, herkese hitap edebilecek ifadeyi nasıl yakalayacağım — bilen bir dans duzenleyıcısıydı Fakat karşısındaki üyük engel, folklordu Bizim ko- ders alabilirlerdi: Folkloru hususunda ısrarlı iseler, "Rodeo" böy- le bir çalışmanın nasıl yapılabılecegı— nin belki en güzel örneğiydi. Yok, bu hususta en kuçuk bir tereddütleri varsa, aynı "Rodeo" onlara, yerli ko- nuları ve unsurları tamamen bırak- mayı tavsiye etmış olmalıydı. Gerçi eserde kovboy âdet ve geleneklerinin yanında, kız-erkek — münasebetleri, flört, kur yapma gibi bütün insanla- rı ilgilendiren bir tem vardı. Fakat konunun, yerin ve motiflerin mahalli kalması, 'bu temin cihanşümul ölçüde gerçekleşmesıne set çekiyordu. "Ro- deo" nun başarısında, Oliver Smith'in Salvador Dali'yi andıran dekorlarının yarattığı atmosferin de dahli büyük- tü. Musiki. Amerika'nın en şöhretli -ve belki en kötü- bestekârı Aaron Copland'ın zayıf partisyonlarından biriydi. İlk geceki temsilde hayret uyandı- ran taraf Devlet Opera Orkestrası- nın terasıydı Çok kişi. "Ballet The- tre"ın orkestrasını da beraber ge- tirmiş olduğunu sandı, Gerçi orkest- rayı modern eserlerde Joseph Leyine gibi birinci sınıf bir bale şefi idare e- AKİS, 20 EKİM 1956 Kapaktaki sanatkâr Suna G eçen pazar sabahıydı. Saat on- buçuğa geliyordu. Ankara Radyosunun hafif programların- dan biri başlamış. İtalyan ga- zino serenadları, âşıkane Ame- rikan melodılerı monoton Gü- ney Amerika rıtmlerı basit kov- boy şarkıları, kızdırıcı "rock and roll"lar ve benzeri parçalar bir- birini takip ediyordu. Birden ha- va değişti. Renkli -belki de fâzla renkli- ve keskin bir soprano ses, Mozart soylemeye başladı. Parça, "Sihirli Flüt"” operasından ece Kraliçesinin aryasıydı. İcrasından kan, ateş, dramatik kudret ve han- çere hüneri isteyen bir aryaydı; soprano, bu istekleri yerine getiri- yordu. Sonra sıra, Offenbach'ın "Hoffman ın Hikâyelerinden Oly- mpia'nın aryasına geldi. O da, sop- ranonun virtüozluk temayulunu titiz ve düşünceli çalışmasını, tefsir kaabiliyetini aksettiren bir icraya kavuştu. Opera aryaları repertua- i demir leblebilerden ikisini, görünüşte kolayca, fakat aslında maksatlı Ve çetin 'gayretler sonun- da hazmedebilmiş bu ses sanatkâ- rı, Devlet Operasının en parlak, fakat reklâmı da o nisbette az ya- pılmış sopranolarından Suna Ko- rad idi. Korad, musikisever bir babanın, diş tabibi Kadri Cerrah- oğlu'nun kızıdır. 1933 yılının 1 Ma- yış günü İstanbul'da, Moda'da doğ- muştu. İlk tahsilini Ankara Maa- rif Kolejinde yapmış, sonra Dev- let Konservatuarına, Ulvi Cemal Erkin'in piyano sınıfına girmişti. O zamanlar ideali, büyük bir piya- nist olmaktı. Armoni, kontrapun- to, biçim bilgisi, piyano edebiyatı en çok alâka duyduğu — derslerdi. Çalgı —musikisini sever, operadan hiç hoşlanmazdı. Fakat öğretmen- lerinin ve arkadaşlarının birsey dikkatini çekti: Suna'nın sesi var- ı. Onu, şan dersleri almağa zor- ladılar. Saadet İkesus'un talebesi diyordu. Diğerlerini idare eden Jaime Leon da küçümsenecek bir şef değildi. Fakat pek az sayıda provayla, ilk defa gördükleri eserlerde bu parlak neticeye varan Opera Orkestrası (ve Cumhurbaşkanlığı Orkestrası) üyele- ri övülmeye layıktılar Şef Levine, Londra'da Covent , Garden orkestra- sından beri bu kalitede bir orkest- rayla karşılaşmadığını söylüyordu. Bir daha anlaşılıyordu ki orkestraya müteallik dertlerimizin — başında iyi bir şefin yokluğu gelmekteydi. Lupe Serrano gene sahnede kıncı program, Robert Joffrey'in s de Deesses"i ile başladı. Klâ- sik uslupta renkli giyimle oynanan MUSİKİ Korad oldu. İki yıl ihtiyari olarak şan çalıştı. Sonra, sekiz yıllık piyano tahsilini bırakıp Konservatuardan ayrıldı; Devlet Tiyatrosu aktörle- rinden Asuman Korad'la evlendi. İstanbul'a gitti ve bir müddet Vi- yanalı bir Ööğretmenle, Paula Za- varosla şan çalıştı. Radyoda ve salonlarda muhtelif konserler ver- di. 1953 yılında Asuman Korad'ın Devlet Tiyatrosuna dönmesi üzeri- ne Ankara'ya geldi. İmtihanla Dev let Operasına girdi. Aldığı ilk rol, repertuarın en güç partılerınden biriydi: Lucia di Lammermoor. ha sonra Manon'u, Olympia'yı, No- rina'yı -Don Pasquale— teganni et ti. Geçen yıl oynadığı Violetta -La Traviata- [kı yıllık Opera hayatının en büyük başarısıydı. Bu tempoyla devam ettiği takdirde, Türk opera- sının bu kaliteli dramatik kolora- turasını daha büyük başarılar bek- lemektedir Suna Korad'ın tasavvuru bu yaz İtalya ve Almanya'ya gitmek, o- rada çalışmalarına devam etmek ve kendisini yabancı angajmanlara hazırlamaktır. Bir zamanlar opera sevmeyen Suna Korad, bugün operasız bir hayat tasavvur edememektedir. "Evvelce opera sevmeyişimin se- bebi, kötü misallere rastlayışımdır; meselâ Elisabeth — Schwarzkopf'u dinledikten sonca şan ile nasıl mu- siki yapılır, gördüm; böyle büyük sanatkârları dinledikçe mesleğime büsbütün bağlandım" diyor Şarkı söyleme sanatı hakkındaki düşün- celeri, şu sözlerle ifade edilen sağ- lam bir telâkkiye bağlanıyor: pera, sadece güzel ses çıkart- mak değildir. Ses, musiki için an- cak bir vasıta olmalıdır. Aksi tak- dirde opera bir çeşit güzellik mü- sabakası haline gelir. Halbuki sa- nat, en basit tarifiyle, güzellik ya- ratma cehdidir. Yaratıcılık olma- yınca, sanata veda etmek gerekir". bir "beyaz bale" denebilecek bu eser, Chalon'un aynı isimli litografından mülhemdi ve üç Ondokuzuncu Asır balerinasının özellikleri canlandırılı- yordu. Rosella Hightower tekniği sağ lam ve kesin bir dansçıydı. Fakat o nisbette yumuşak ve hafif degildi Aynı şey sevimli çehresi ve düzgü vücuduyla vaitkâr bir balerina olan Ruth Ann Koesun için de söylenebi- lirdi. Saint Leon'u oynayan Erik Bruhn, partnerlerini kaldırmak ge- rektiğinde, neredeyse bir halter kal- dırıcı çabası 1çındeymış gibi görünü- yordu. Gerek Miss Koesun'da, gerek Miss Hightower'de mevcut bulunma- yan şiir havası, Lupe Serrano ve Erik Bruhn tarafından sağlandı. Balenin 29