Yassıada muhakemeleri sona erdikten ve ceza- lar infaz edildikten sonra yapılacaktır. Bu ta- rih 29 Ekim 1961'i geçemez"dir ama, aynı mad- denin d fıkrası aynen şöyledir: "Yassıada dâ- vasında birinci derecede suçlular için Yüksek Adalet Divanının verdiği kararlar derhal tas- dik ve infaz edilecektir. Türkiyede bu kararla nasıl, Türk Ordusu- nu kargıya almaksızın seçimsiz bir idare devam 'ettirilemez idiyse, aynı kararla, Türk Ordusu karsıya alınmaksızın "birinci derecede suçlu- lar'ın Yüksek Adalet Divanından giyecekleri hükümler üzerinde fiili tasarruf imkânı da or- tadan kaldırılıyordu. Fatin Rüştü Zorlu ve Ha- san Polatkanla beraber Adnan Menderes, bu tamimin bir icabı olarak asılmıştır ve onu bu a- cıklı kaderinden kurtarmak, onun için, hiç kim- senin kudreti dahilinde olmamıştır. Zaman geçip te aynı köprülerin altından, Türkiyede daha başka sular aktığında gerçi o ve bu, hattâ bir Talât Aydemirin ta kendisi çı- kıp idamların infazını başkalarına maletmeye, hiç olmazsa kendi üstlerinden atmaya çalışa- caklardır ama tarihi hakikatler elbette ki de- gişmeyecektir. ' 1961'in yazında bu tamim umumi efkâr tarafından bilinmiyordu, fakat Yüksek Adalet Divanının "birinci derecede sorumlular" hak- kında idam kararları alacağı o hissediliyordu. Bunların avukatları bir prensibe sarılmaktay- dılar. Müvekkilleri siyasi tasarruflarda bulun- muşlardı. Bunlardan dolayı da iktidarı kaybet- mişlerdi. Kendilerine daha ne ceza verilecekti? Tabii bu bir demagojiydi ve iktidarı, seçim- le bırakanla iktidarı bırakmak için bir ihtilâle yol açanı aynı sepetin içine koymaktı. . O günler işlenen başka bir hukuki tez si- yasi suçluların öldürülmemesi gerektiğiydi. A- ma bu, hükümlerin verilmesini değil bunların tasdikini ilgilendirmekteydi ve böyle suçlara ölüm cezası Türkiyede kanunla kabul edilmişti. Yassıada duruşmalarının havasından ise ihtilâ- lin sanık yaptığı kimselerin suçluluklarının a- daletçe de tescil edileceği seziliyordu. Mekaniz- ma baştan öyle kurulmuştu ki bu, attık kaçınıl- maz bir neticeydi. İhtilâl ilk gün, suçlu bulduk- larını bir duvarın dibine dizer, hepsini makine- li tüfek ateşinden geçirirdi. Bunu yapmadı. İh- tilâl, ihtilâle yol açan hareketlerin baş sorum- lularım tutar, mahkemeye vermeksizin yurt dışına çıkarır, o faslı kapardı. Sonradan 14'lere yapılacak muameledeki gibi.. İhtilâl bunu da yapmadı. Çok geniş bir sorumlu kütlesini ada- letin önüne çıkardı, onları normal usullerle yar- gıladı. Böyle olunca ihtilâlin meşruluğu ancak devrilen idarenin gayrimeşruluğuyla (o katiyet kesbedecekti ve ogayrımeşru bir idarenin so- rumlularının cezasız kalmalarına da imkân yoktu. Türk Ceza Kanunu ise bu suçun ve her suçun cezasını tesbit etmişti. Devrilen İdare- nin sorumlularının beraat etmesi demek, kendi- lerine karşı harekete geçenlerin adalet önünde onların yerlerini almalarının gerektiği demekti. Kaldı ki D.P. İktidarı, hiç bir şey yapmış bu- lunmasa, Meclisin yetkilerini Menderesin em- rindeki 15 kişilik sivil juntaya teslim etmek suretiyle rejimi fiilen değiştirmeye kalkışmıştı. Belki de, bütün bu mülâhazaların o sırada sadece benim değil, herkesin aklında olması ve herkesin, Yassıadadan mutlaka "birinci dere- cede sorumlular"a ölüm cezasının çıkacağım an- laması neticesidir ki Türkiyede iki yönde iki kuvvetli kampanya açıldı. "Türk Silâhlı Kuv- vetler Birliği"nin idareci kademesinde olanlar ve o, 28 Haziran 1961 tamiminin esaslarını tesbit etmiş bulunanlar memlekette havanın bir ta- kım idamların yapılmasını kolaylaştıracak şek- le girmesini istiyorlardı. Adamlar asılmalı, a- damlar mutlaka asılmalıydı. Bunlar yasın orta- sında radyoyu ellerine geçirdiler ve bütün baş- kalarını bırakınız, her halde D.P.'nin radyosu- nu 1955'lerden itibaren hiç bir zaman istikrah- tan başka bir hisle dinlememiş olan beni bile çileden çıkartan bir yayın programı uygulama- ya başladılar. Yassıada duruşmaları başladığında irtibat Bürosuna bağlı bir genç kurmay binbaşı tanı- mıştım. Mustafa Ok. İrtibat Bürosunun Halkla Münasebetler kısmını tanzim edenlerden biriy- di. Radyoda Yassıada ve ihtilâlle ilgili prog- ramlar yapıyor, yaptırıyordu. Her halde, Türk Silâhlı Kuvwvetler Birliğinin mensuplarındandı ve verileceğini anladığı idam hükümlerinin tasdik edilip infazı için büyük bir gayretin i- çindeydi. Eminim, memleketin menfaatini bun- da görüyordu. Samimiyetle, Mustafa Ok, Bedii Faiği bulmuştu. Bunlar o meşhur programı ha- zırladılar. Program dediğim şuydu: Yassıadada yar- gılanmakta olanları, hattâ olmayan Demokrat- ları alıyorlardı ve veryansın ediyorlardı. Ama, ne veryansın etmek! Bunların ne hırsızlıkları, ne ırzsızlıkları, namussuzlukları, ne vurgun- culukları kalıyor, herkesin bildiği en açık ger- çekler tahrif olunuyor, bir basit ev "muhteşem köşk" oluyor, iftiralar en kaba kelimeler kulla- nılarak sıralanıyor, kısacası, Bedii Faik hasta ruhunun bütün komplekslerini devlet radyosu- nun mikrofonlarından kusuyordu. Yazın öyle hal aldı ki buna bir gün daya- namadım ve Akisin 7 Ağustos 1961 tarihli sa- yısına "Sakin sakin konuşalım.." diye bir baş- yazı yazdım. Bunda diyordum ki: "Bu mecmuanın, benim, Akisin dört bir taraftaki ve memleketin gidişi üzerinde söz sahibi sayısız okuyucularının D.P. iktidarı le- 167