SİNEMA manda karısından, karısının zaman zaman onurundan çok şey kaybeden aşkından, çevresinden usanıyor, bık- kınlık getiriyor. Avuntuyu ava git- mekte veya hizmetçi Rosalie'yi baş- tan çıkarıp onunla kurallar dışı mü- nasebet kurmakta arıyor. Jeanne, kocasını geleneklere bağlılığın verdi- $i bir içtenlikle sevdiğinden, hizmet- çisiyle olan bu çirkin münasebeti öğ- rendiğinde bile yeteri (okadar -veya beklendiği kadar- karsı koyamıyor. Rosalie'den sonra Fourcheville'in ha- fifmeşrep okarısı oGilberte ile olan münasebeti karşısında bile (isyana yanaşmıyor, anlaşılmaz bir kaderci- likle soyun eğiyor ve Julien ile Gil- berte'nin ölümüne de bu yüzden en- gel olmaya çalışıyor. Astruc "Une Vie - Bir Hayat'da bu çapraşık gibi görünen, fakat as- lında son derece sade hikâyeyi, yine sade ve çapraşık olmayan bir s ma diliyle anlatmaktadır. Oyuncu seçimi isabetli olduğundan, rejisör - oyuncu alış verişleri de başarıyla sürdürülmektedir. Maria Schell -"Son Köprü"nün, "Beyaz Geceler" in ve "Sen Bir Melektin"in iyi oyun- CUSU- e söylemek o gerekir- se, "Une - Bir Hayat'da öbür luteal oyunlarından ayrı de- ğildir. Astruc, filminin senaryosunu biraz da Maria Schell'leştirmiştir. Bu yüzden, film boyunca baş kadın oyuncuda, daha önce görülen üç Ö- nemli filminden -çoğunlukla "Beyaz Geceler" ve "Sen Bir Melektin"den- yer yer benzer oyunlara, rastlamak mümkün olmaktadır. Hafif Fransız komedi filmlerinin le Petit, Rosalie'de hiç bir filmde görülmeyen bir oyun vermektedir. Ve "Kızıl Vazo" "Une Vie - Bir Hayat'ın rejisörü Astruc, Fransız sineması ve Türk seyircisi için ne kadar yeni ise, "Kızıl Vazo"nun o rejisörü Atıf Yıl- maz da Türk sineması ve seyircisi için, bir o kadar eskidir. Aşağı yu- karı her iki rejisör de dış görünüşte yarı ağdalı birer aşk hikâyesini an- latmaktadırlar. Fakat hiç bir zaman şartlar "müsavi" değildir ve ne Pe- ride Celal bir Maupassant, ne de Atıf Yılmaz bir Astruc'tur. İkisi arasın- daki tek benzerlik, rejisörlerin birer başarı sağlarken diğerine sinemada- ki yerini sarsacak kadar bir güçsüz- lük getirmektedir. 34 Sansürün, kan dâvasının senar- yocular ve rejisörlerce ele alınıp iş- lenmesine izin vermediği Türkiyede "Kızıl Vazo", ilk olarak bu izinsizlik engelini aşan film olmakta ve yer yer türlü açmazlara düşen serüveni, Türk sinemasının iyi "yıldız oyun- cu"su, Göksel Arsoy ile Belgin Do- ruk götürmektedir. Bu iki roman ve film kahramanının çevresinde sırala- nanlar -meselâ Ahmet T. Tekçe, me- sela Hüseyin Baradan gibi- yerleri bir türlü mimlenmemiş kişiler ola- -ak kalmaktadırlar. Dilediği zaman anlatım ve çalışma yönünden seyrek başarıya ulaşan, ama çokluk işi bir baştan savmacılığa getiren Yıl- maz, "Kızıl Vazo'da filmoğrafisin de pek sık rastlanan kötü filmlerine bir yeni örnek daha vermektedir. Romanı hiç bir şekilde yorumlama- ya gitmeyen -yalnız romanı, yani ro- manın getirdiği (olayları ve kişiler üzerindeki etkilerini değil, kişilerin davranışlarını da o rejisör, bunaltıcı bir şekilde olaylara sırtım dayamış acemi işi bir senaryoyu birbiri arka- sına görüntüler halinde beyaz per- deye aktarmaktadır. Delikanlı ile genç kız bir yerli film rastlantısıyla karşılaşırlar ve aradaki kan dâvası- na rağmen sevişmeye' koyulurlar, İ- kide bir, bir takım cansız, ölü kişiler de olaylara girip çıkarlar. Bu ölü ki- şiler akışı değiştirme gücünden de yoksun olduklarından, kamera kar- şısına geçip konuşmalı resimlerini çektirirler ve giderler. "Kızıl Vazo" neresinden bakılsa, Atıf Yılmaz için o-kendisinden hâlâ birşeyler bekleyenlere göre- eler tu- tar bir film değildir. Yılmazın, "Kı- zıl Vazo"yla, yılın çok iş yapan fil- min rejisörü olmaktan başka bir kazancı olmamıştır. AKİS, 18 ARALIK 1961