Gerçek Serencamı ladım. İkinci sırada bulunan polislerin hiçbirinde yaka numarası olmadığı gibi, o güneşli İlkbahar gününde adamlar kaput giymişlerdi. Bomba tevzii sırasında ten- teden gelen seslerle geri döndüm. Kirli mikadan baktı- gımda, 3 - 4 metre ilerimde gözlerime inanamadığım bir hâdise cereyan ediyordu. Rektörün dövülüşü "Ak saçlı hocam Sıddık Sami, sonradan kim oldu- gunu öğrendiğim Zeki Şahin ve bizim Bumin Yaman- oğlu ile ira kağa ediyordu. Rektör Onar: Ben Üniversiteye gideceğim. Beni talebelerimin yanına gitmekten hiçbir şey alıkoyamaz, diyordu Zeki Şahin ise, cilâlı çizmelerini yere vararak: — Hayır, sen bizimle geleceksin. Merkeze gidece- 8iz! diye çekiştiriyordu. Bumin Yamanoğlu ise: eyfendi, senin kanın benim kanımdan tatlı de- gil, diye küstah küstah konuşuyor ve mücadele esnasın- da arkadaşlar tarafından patlatılan kaşını gösteriyordu. Bu münakaşa esnasında Zeki Şahin gittikçe sabır- sızlanıyor, bir Gestapo Şefi edasına bürünerek: Yeter be, fazla uzadı bu iş. Bizimle geleceksin, o kdar, diyerek Rektör Sıddık Sami Onan tartaklı- yordu. Bu sırada hocamın sendelediğini, yere düştüğü- nü gördüm. Yerimde duramıyarak, lambalar arasından çıkmaya çabaladım. Tam polisi iterek yan kapıdan dı- şarı çıkmaya çalıştığım anda, iki polisin dört kuvvetli kolu omuzuma çullandı ve beni olduğum yere, tekrar bombaların arasına mıhladı. "Cip, bombalarını tamamen boşalttıktan sonra, Be- yazıt Polis Karakoluna hareket etti. Karakola gitti- gimde, içerde dört Üniversiteli daha vardı. Bilâhare 11 Üniversitelinin daha getirilmesiyle, 16 kişi ettik, Ne ga- riptir ki, içimizden biri, İran uyrukluydu. Gözleri, se- vinç ve takdirden yaşaran bu İranlı genç, bizi hayran- lıkla seyrediyor, hemen her hareketimizi taklit ederek bize uymaya çalışıyordu. "Saat 21.15'e kadar karakolda, polislerle bir arada kaldık. Yüzümüze bakamıyorlardı. Sandviç getirmek, bir dediğimizi iki etmemekle arkadaşlarının yüzkarası- nı yok etmeye çalışıyorlardı. Bilhassa, "Abla" dediği- miz ak saçlı bir kadın polis, yanımıza usulca sokularak: Çocuklar, maneviyatınızı sakın bozmayınız, di- yor ve sözlerinin son kelimesi boğazında düğümlenerek, sesi kısılıyordu. "Nümayişin ilk fedaileri olarak yakalanan bizleri elmaya gelen bir polis arabasiyle, Emniyet Müdürlüğü- ne götürüldük. Hava kararmıştı. Caddelerde kuş uçmu- yordu. Müdüriyetin esma katındaki Birinci Şubenin kalem odasına : okulduk. Arkadaşlarımdan biri. Üni- versite arka bahçesinde karga tulumba yakalanmıştı. Kemâl İşlek adlı bu arkadaşımın, yakalanışı esnasında iki kaburga kemiği kırılmıştı. Şenol Birinci ismindeki diğer bir arkadaşın ise, sıcak namlu yüzüne bastırılmış, tabanca kabzasıyle vurulup kafası kırılmıştı. Başından hâlâ kanlar akıyordu. Buminin savurduğu bir tekme ile yırtılan pantalonunun altında görülen bacağı mo rarmıştı "Saat 28 sıralarında, bacağını kurşun sıyırmış ve baştan savma bir pansumandan sonra Müdüriyete sev- kedilmiş bir arkadaş aramıza katıldı. Sancıdan dura- AKİS. 6 ŞUBAT 1961 mıyor, olduğu yerde kıvranıyordu. Kendisini revire dahi yatırmamışlardı. Masaya uzattık. Ceketimizi üzerine örterek, elimizden geldiği kadar acısını dindirmeye ça- lıştık. Bu sırada odaya giren Bumin Yamanoğlu ile ara- mızda münakaşa başladı. Ben, kabahatin -kendisini kas- tederek- polislerde olduğunu söyledim. Bu sözüm ken- disini kızdırdı. Kafası kırılan Şenol Birincinin, ayağa kalkıp kin ve nefret dolu gözlerini Bumine dikere ana haksız yere dayak attan!... çileden çıkarmaya yetti. Yumruklarını yaklaşarak mek ben seni haksız yere dövdüm ha!.. Gel de, sana dayak nasıl atılırmış göstereyim, dedi. Ve söz- lerine devamla Benim yakaladığım dört kişi kalksınlar, diye emretti. “Şenolla beraber yakalanan üç genç arkadaş aya- ğa kalktı. demesi, Bumini sıkıp, Şenola kimler, ayağa , i. Be ni kastediyordu. Başımı çevirdim. Sabah yediğim yum- ruk ve copların ansı hâlâ üzerimde olduğundan, yeni bir dayak faslını hiç te arzulamıyordum. Fakat beni tanımıştı ve "Kalk" demeye hazırlanıyordu ki Zeki Şa- hin içeri girdi ve Bumini çağırdı. Bumin çıkarken Şe- nolu da birlikte götürdü. Koridorda attığı tokat sesleri, odamızda yankılar yapıyordu. o Saatler ilerlemiş, 24'ü bulmuştu. Ben, Şenolun yediği dayak faslından sonra unutulmuştan» O gece, masalar Üzerinde uyuklama ile geçti. "Ertesi gün, İranlı arkadaş, Konsolosluğa yaptığı müracaatla, İrana gönderilmek üzen serbest bırakıldı. Bacağından yaralı olan arkadaş ise» hastahaneye sev- edildi. "Cuma günü akşam saat 20.30 sıralarında ifadele- rimiz alındı ve aynı gece saat 23'te, ciplerle Harbiyeye gönderildik. O gecemiz, hücrede geçti. Ertesi gün, rica- mız üzerine koğuşa alındık. Aramızda, Şişli C.H.P. İlçe Başkanı, Zeytinburnu C.H.P. İlçe Başkanı ve Cumhuri- yet Gazetesinin o sıradaki mesul müdürü Şahta Perese ile karikatürist Ali Ulvi bulunuyordu. Koğuşta tam, 86 kişiydik. O geceyi ben, Şahin Perese ve Ali Ulvi aynı yatakta geçirdik. "Il Mayıs pazar günü saat 6 sıralarında, 86 kişi, he- pimiz birden iki GMC'ye bindirildik. Meçhul bir istika- mete doğru gidiyorduk. 24 saatlik Örfi İdare sokağa çıkma yasağı sebebiyle o gün, cadde ve sokaklarda kuş uçmuyordu. Nereye gidiyoruz?. Ne olacağız?.. Kafa- mızdaki bu iki soru, beynimizi oyuyordu. Nihayet 35 dakikalık bir yolculuktan sonra, Rami Askeri Kışlası- na götürüldük. 86 kişi, ilk olarak bu kışlaya yerleşenler- dir. Bu ilklik bize 86 lar diye isim takılmasına sebep oldu. Üç süngülü arasında tuvalete götürülüyor, kapı- nın bile o sırada acık bulundurulması emrediliyordu. Fakat subayların, gözleri sevinçle ışıldıyordu. Ellerin- den gelen her çeşit kolaylığı gösteriyor, bize moral des- teği oluyorlardı. "Bu ışıl ışıl gözlerin mânâsını serbest bırakıldığım 26 Mayısın tam ertesi sabah anladım