M U S İ Kİ Konserler Dorati ve Minneapolis'liler ir dinleyici, arka sırada oturan dostuna doğru uzandı. "Heye- canlıyım dedi. Dostu cevap verdi: Sorma Ben de heyecandan 'bitiyo- rum". Gerçekten, bir Türk musiki- severi için, az sonra dinleyecekleri konserin verdiği ümitler içinde, he- yecandan titrememek elde değildi. İki yıl kadar önce Türkiye'ye gelen -ve üçüncü sınıf bir orkestra olan- Floransa'nın Palazzo Pitti orkestra- sı dışında Türk dinleyicisi senfonik musikiyi yalnız, Ankara'nın ve İs- tanbul'un — düzensiz ve istikrarsız senfoni orkestralarından işitebilmiş- ti. Oysa şimdi, ancak radyolardan, plaklardan tanıdığı büyük senfoni topluluklarından biri, Minneapolis Orkestrası, karşısındaydı. Orkestranın yüz küsur kişilik kadrosu, Devlet Operasının daracık sahnesinde balık istifi halinde yer- leşmişti. Böyle bir sahnede bir sen- foni konserinin göze hitap eden ta- rafı olamazdı. Yaylı — sazlar sahne- nin önünde bir yelpaze gibi yayıla- cak yerde karmakarışık içiçe gir- mişlerdi. İdmanlı bir gözün bile di- ğer çalgı gruplarını birbirlerinden imkânsızdı. Nüktedan bir dinleyici, "herhalde aralarından bir- , bir keman yayı yüzünden gö- zü çıkmış olarak memlekete döne- cek" diyordu. Gürültücü bir topluluktu. İcra başlatmadan konuşuyorlar, — çalgıla- rıyla oynuyorlar, akıllarına esen par- çalardan melodiler çalıyorlardı. Bir Ankaralı tenkitçi, muziplik olsun di- ye, konserin viyolacı tarafından ça- lman Arpeggione sanatıyla başladı- ğını yazdı. Gerçi Minneapolis'liler, gene de bir Amerikan orkestrasının sahne terbiyesinin iyi bir örneğini verdiler; konser bittiği za- man alkış sona ermeden hiçbir üye yerinden ayrılmıyordu. Ama gene de hallerinde bir derbederlik vardı. Bu da, herhalde haftalardır süregelen turnenin verdiği gevşeklik ve yor- gunluktan doğuyordu. Bir müddet- tir birçok Orta ve Takın Doğu şeh- rine uğramışlar, her gece ya kon- ser vermişler, ya da yolculuk yap- mışlardı. Hemen her şehirde otel, yiyecek, içecek ve teşkilât mesele- leriyle karşılaşmışlardı. Meselâ An- kara'da Opera İdaresi, çalgı san- dıklarını açmak için altı tane ha- mal sağlamayı vaadettiği halde iş- çiler kendilerine müdürlükten tali- mat verilmediği için bu işi yapmayı reddetmişlerdi; ancak konsere yakın bir saatte mesele halledilebilmişti. Gerek orkestra Türkiye'ye gel- meden önce, gerek ziyaret boyunca belki en çok yorulan şahıs Ameri- kan Kültür Ataşesi Muavi Patri- cia Randles oldu. Mınneapolıs lilerin 30 Türkiye'de kaldığı beş gün zarfın- da sevimli ve enerjik Miss Randles bir dadı gibi onlarla meşgul oldu. Bir ay kadar önce yer ayırtmak için otelleri gezdiğinde, — eğlendirici du- rumlarla — karşılaşıyordu. Otel me- murlarının "kaç kişilik yer istiyor- sunuz" sualine "105 kişi" — cevabım verdiğinde karşısında — dalma hay- retten aptallaşmış bir surat görü- yordu. Nihayet bir otelci dikkate değer bir tavsiyede bulundu. "Niçin bir otel inşa ettirmiyorsunuz"" de- di. Eninde sonunda Ankara için uy- gun bir hal çaresi bulundu. Dışka- pı'da yeni yapılan ve henüz işletil- meye başlamamış bir otelin tamamı kiralandı; böylece otel Minneapolis orkestrasıyla açılmış — oldu. ak İstanbul'da, ne suretle olursa olsun otellerde yer bulmak imkânsızdı. Gerek şef Antal Dorati ve gerek or- kestra mensupları, Trıhtıma yanaştı- rılmış bir gemide yatmıya mecbur kaldılar. İyi bir makina ünyanın bütün birinci sınıf sen- foni orkestraları gibi innea- polis orkestrası da şefîn davranışı- nı ve arzularım sadakatle aksettir- miye amade bir aynaydı; olmıyan -ve olmaması gereken rafsız bir topluluktu; — beşeri ölçü- leri hesaba katarak yapılacak bir benzetmeyle, mükemmel çalışan bir makineydi. Zaten dünyanın ileri ge- len senfoni orkestraları arasındaki fark, meselâ çeşitli piyano markala- rı arasındaki farktan ibaret kalırdı. ok iyi durumda ve akordu tamam bir Baldwin, bir Challen ve bir Steinway piyano arasındaki fark neyse, Mınneapolıs Senfoni Orkest- rası, ondra'nın Philharmonia Or- kestrası ve Fransız Orchestre Natio- nal arasındaki fark da bundan ileri gidemezdi. Min Orkestrası da -daha ilk konserde ispat ettiği gi- bi hesaba katılmaması gereken kü- çük kusurlar hariç - gerek solo o- larak ve erek topluluk halinde çalgılarım çok iyi — çalmasını bilen çalgıcılardan müteşekkil bir orkest- a olduğuna göre, konserin başında heyecan duyan dinleyici şayet zaman zaman kendim tatmin olmamış his- settiyse bu, stranın de il, şe fin kudreti ve sınırlılığı ile alakalı birşeydi. Antal Dorati'nin, günümüzün en 1y1 şef]erınden biri oldugu şüphesiz- İdare usulünde dikkat çeken ta- raf, zaman vurmayı nerdeyse tama- men bırakıp, musikiyi idare etme- siydi. O kadar ki, genel kaideye gö- re tempo vurması gereken sağ eliyle de -sol eli gibi. ifade hareketleri ya- pıyor, hattâ bazan değneği sol eli- ne bile geçırdıgı oluyordu. Orkest- rasının kendisinden devamlı tempo ve giriş 1şaretleri beklemeye muh- taç olmıyacak derecede iyi yetişmiş olduğu aşikârdı. Bunun dışında Antal Dorati, ifa- deden ve bestecilerin karakterin den çok eserlerin yapılışına önem ver ren bir şefti. Bu yüzden ortaya doğru — mabetler ve bir mimari çıkıyor, fakat besteci di- le gelmiyordu. Dorati adeta musiki değil, heykel yapıyordu. — İcralarda çok kere canlılık, parlaklık yoktu; bunun yerine tarafsızlık, sızlık teferruatsızlık ve mesi vardı. nta süren bale şefliği mesleği, şefliği kürsüsünde kendini gösterme- meliydi. — Orkestrasının, bir çukur orkestrası gibi tınladıgı ve yürüdüğü zamanlar az değildi Şefin, algı — grupları arasında yaylıları, ön plânda tuttuğu görülü- yordu. Gerçi Minneapolis Orkestra- sının çalgı gruplarından hangisinin daha iyi olduğuna karar vermek pek güçtü ama, Rafael Druian gibi ünlü bir kemancının onderlıgındekı yaylı sazlar topluluğunun her fırsatta görülüyordu ve şef de ısrarla bundan faydalanıyordu; fa- at çok kere n larının aleyhine ra salonunun feci akustiği Ankara konserlerinde orkestranın başarısını baltaladı. Arkaya — doğru yerleşmiş olan nefes ve vurma grupları işiti- lemedi ve koskoca senfoni orkestra- sı yer yer bir yaylı saz topluluğu gi- bi ses verdi. İstanbul'da Atlas Sine- ması da iyi bir akustiğe sahip olma- makla beraber orkestra orada An- kara'ya nisbetle çok daha muvaze- neli ve dolgun tınladı. Zaten, İstanbuldaki konserleri de takip edebilen bir dinleyici Minnea- polis Orkestrası hakkında daha iyi bir intiba edinebilirdi. Çünkü Anka- rada genel olarak ruhsuz ve sert bir orkestra kanaatim uyandıran bu top- luluk, İstanbul konserlerinde çalı- nan Weber'in Oberon Uverturu ve Brahms'in İkinci Senfon saye- sinde bambaşka bir çehreyle dinle- yici huzuruna çıktı. Dorati'nin mü- kemmel bir Brahms şefi olduğu an- laşılıyordu Hafif bir gri tüle bü- rünmüş seslerle — Brahma senfonisi sanki, Carl Schuricht idaresinde Vi- yana Filarmonisi tarafından çalını- yormuş gibi çalındı. Dorati aynı sa- manda bir Bartok ustasıydı. Bu saye- de, şefin "asrın şaheseri" diye vasıf- landırdığı "Orkestra Konsertosu", Ankara konserlerinin en tatmin edı— ci icraya de gerekli mesi istenen teferruat, bir canlılık, daha iğneleyici bir istih- za arandı. Beethoven'lerde (Uçuncu ve Beşıncı senfoniler, Üçüncü "Le- onore' uverturu) Antal Dorati, bu bestecinin "sapık deha" tarafını de- ğil mantığım 1şled1 Mozart ları ise ("Figaro'nun Düğünü" uvertürü ve Sol Minör Senfoni) hafiflik ve zerâ- fetten mahrumdu. Richard Strauss'- un “Till Eulenspiegel"iyle — Ravel'in ikinci "Daphnis ile Chloe" süiti, bil- hassa "Genel Dans" kısmında parlak AKİS, 12 EKİM 1957