relikti. Dört yuz kışılık Ankara Ceza evine sekiz sığdırılmıştı. Bunların yaşama şartları diğer yer- lerdeki mahkümlara nazaran çok i- yiydi ama, gene de normal temizlik kaidelerinin tatbikine pek az imkân bulunuyordu. Koğuşlar hemen daima toz içindeydi. Koğuşlara "meydancı" denilen fakir mahkümlar, daha zen- gin mahkümların Verdıklerı para mu- kabılınde bakıyorlar, öteki arkadaş- larına hizmet edıyorlardı Koğuşların ekserisi elli ilâ yüz kişilikti. Yalnız, "Hilton" adı verilen koğuş oh altı mahküma ayrılmıştı. .Ancak bu o- nuncu koğuşa artık "Hilton" "Cibali Karakolu" demek lazımdı, zira on altiı mahkümun 4' ü polisti. Mahkümların hiçbir 1ş1 gücü yoktu. Bu yüzden ne yapacağını bilmiyor, sıkılıyordu. Büyük koğuş- larda yataktan yatağa misafir gi- diliyor,' toplanılıp konuşuluyor dert- leşılıyo rdu. geçirmenin tek resi okumaktı. Mahkümlar bir- bırlerıne daha ziyade masum ol- dukları halde nasıl cezalandırıl- dıklarını anlatıyorlardı. Bu — söz- leri dinledikten sonra — hapishane- leri hep masumların doldurduğuna inanmak gerekirdi. Hiç kimse bir marifeti olduğunu kabul etmeye ya- naşmıyordu. Hele hırsızlık ayıp suç- tu. Hırsızlar kendilerine başka suç- lar 'uyduruyorlaı'dı Bir tanesi "Ben trafikten geldim" demiş, arkadaşla- rI sıkıştırınca ilâve etmişti "Cep trafiğinden". Mahkümlar lakaplarıy— la anılıyorlardı. Lâkapların bir kıs- mı Kofti, Kıyto gibi uydurma isim- lerdi. Diğerleri Sansar, Fare, Tilki gibi şeylerdi. Hapishanelerin kendi- ne mahsus İisanı oldugu gibi bir de edebiyatı mevcuttu ve ağır mahküm- lar birbirlerini hep tanıyorlardı. He- le çok hapishane dolaşıp "Hapisha- neci" olanlar filanın şurada, falanın orada bulunduğunu biliyorlar, keşfi güç bir vasıtayla haberleşiyorlardı. Herkesin ağzında dolaşan, herkesin duyduğu isimler vardı. B nlar, bi- lekleri sayesinde fors yapmış kımse— lerdi. Akşam olunca mahkümlar ko- ğuşlara doluyor ve kapılar üzerleri- ne kilitleniyordu. her koğuşta ho- parlör vardı ve idarenin canı iste- i radyo çalınıyordu. — Fakat Cezaevinde. Müdürün zev- cesi merhum olup ta Müdür mem- leketine 1zın11 gittiğinde Baş Gar- diyan milli ilân. etmiş ve iki hafta radyo saldırmamıştı. Rad- yo, Müdürün odacılarının eline kalınca da derhal Arapça neşri- yat başlıyor, Mısır istasyonları din- leniyordu. Gece erken — yatılıyordu. Koğuşlarda 1ş1k1ar1 söndürmek ya- saktı. Bir mahküm nöbet bekliyor ve horlayanları uyandırıyordu. — Sabah olunca derhal koğuştan kaçmak 1lâ- zımdı: Öyle bir koku etrafı kaplı- yordu ki, dayanmak imkansızdı. Ve günler böylece geçip gidiyordu; Islah mı? Asla!. Osabah hapishaneden ayrılıp evi- nin yolunu tutan mahküm, işte bütün bunları düşündü. Demir par- maklıkların arkasındaki dünya, husu- sıyetlerıyle dertleriyle, kendı le- miyle 'gözlerinin Öönünden -geçi dışardakilerin içerdekileri nasıl bıl mediklerini hatırlattı. Mahkümların da birer insan oldukları, hakimlerin ağzından o kadar kolaylıkla çıkan ce- zaların aslında ne ifade ettiği o kadar çabuk unutuluyordu ki.. Otuz senelik mahkümlarla dirsek dirseğe — otur- muştu. Otuz sene!. Yatmakla bitecek altındaki şey miydi bu? O cezanın ADALET adamın haleti ruhiyesi bambaşka o- luyordu. Orada geçen bir tek gün insanda silinmez izler bırakıyordu. Ya otuz sene,? Bir ömür. — Ümidsiz, istikbâlsin bir ömür. Üstelik hiç bir iş yapmadan, sadece yatıp düşünce- ye kara kara düşüncelere dalmak- la geçirilen yıllar. O dirsek dirseğe oturduğu insanlar arasında ne kadar iyi kalplileri vardı; Bazılarını — ise mahkümiyet yılları nasıl değiştirmiş, ne haşin, ne.menfaatperest hale sok- muştu. Bin tane hâtıra, kimisi acı, kimisi tatlı, zihnini dolduruyordu. Bir hırsız tanımıştı; adamın kolun- dan saati, düşününüz hiç belli etme- den kol saatini çalmıştı. Bir başkası, cebinde esrarla camide yakalanmış- tı. İki ayağı kalçasından kesik bir a- damın suçu, ırza tecavüzdü. Bunla- rın yanında hakiki talihsizler demir parmaklıkların arkasındaki dünyayı dolduruyordu Aile faciaları öylesi ne boldu ki.. Bir cemiyetin bütün ıstırap veren hâdiseleri orada gözler önüne seriliyordu. Demir perdelerin gerisi, ken- dileriyle alâkadar olacak büyük- leri bekliyordu. Bunların biri o Osman Şevki Çiçekdağ, mahkümla- rın nezdinde, politikacıların gözün- deki Osman Şevkı Çiçekdağdan bam- başkaydı: Bakanlığa zamanında sık sık hapıshanelere gitmiş, mahküm- larla görüşmüştü. Buna mukabil hiç kimse Hüseyin Avni Göktürkü veya Hadi Tanı gördüğünü hatırlamıyor- u. Tahliye edilen mahküm — güneşli hava altında yürüdü. Yakında o da gördüklerini unutacaktı. Kala kala bir kaç hatıra kalacaktı. Kim bilir, belki de demirlerin arkasındaki dün- yanın nasibi herkes, herkes tarafın- dan unutulmaktı. AKİS, 12 EKİM 1957 19