ti. İsmi Alfona Rischner'di. Yüz ve saç bir tarafa, Herr Rischner'in Mr. Stokovski'ye -yahut herhangi bir iyi şefe- benzerliği yoktu. Tem- po uruşu, sınıfına nota öğreten bir ilkokul Ööğretmenininki kadar basit ve iptidaiydi. Sol elini he- men hiç kullanmıyordu. — Arasıra ne ifade ettiği bilinmeyen hareket- ler yapıyor, ortada giriş bekleyen çalgılar olmadıgı veya çalınan mu- siki o anda eselâ vurgu yahut bu hareketlerden baklenen bir ifade gerektirmediği halde, sağa sola- bir takım işaretler veriyordu, bu haliy- le orkestra şefinden çok, şef taklidi yapan İ dyene benziyordu Teknik yetersizliği — apaçık görünü- yordu. Bununla beraber orkestra üye- lerinin gayretleri sayesinde -biraz da şefin imkânlarının ne derece mahdut olduğunu bilip kendini — tevazuyla konsere hazırlaması sayesinde- daha ilk konserde bir "felâketin" önüne geçildi. Meydana, tahammülle takip edilebilir bir icra çıktı. Fakat hiçbir zaman, iyi bir musiki dınlendıgı iddia edilemezdi. Beethoven'in Corıolanus uvertürü hiçbir. zaman bu deri manâsız olmamıştı. Wagner'in Sıegf— ried Idyll'inde sakin ve yu muşak kı- sımlar kolaylıkla yürüyordu: ama musıkı biraz hareketlendi mi işler karışıyordu. Şefin bir hatası da hu eser çalınırken yaylıların sayısını a- zaltmamasıydı; bu yüzden nefesliler duyulmaz hale geldi. Debussy'nin Kü- çük Süit'inde tek vasıf, Rischner'in tempoları doğru vurmağa çalışmasın- dan ibaretti. Tasuber, Pringsheim ve Engel- brecht'den sonra Alfons Rischner, Güzel Sanatlar Umum Müdürlüğü- nün -orkestranın şeflerini tayın eden dairenin- orkestraya ve An mu- sikiseverlerine yeni bir azızlıgıydı Söylentiye göre bu zatı, orkestranın eski şeflerinden Han Hörner "kıy— metimi daha iyi anlasınlar diye tav- siye etmişti. Zaten Alfons Rischner'i Almanyada, adı geçen — musikişinas- lar arasında, bilen tanıyan yoktu Herhalde Türkiyeyi Bülücistan sa- nıp teklifi kabul etmişti ki orkestra- yı ve kütüphanesini gordugu zaman hayretinden hastalanmış, "Almanya- da ben ne böyle orkestra, ne de böy- le kütüphane görme * demeye başlamış, altından kalkamıyacağı işi bir an önce yüzünün akıyla bırakıp' kaçmak için çeşitli mazeretler öne sürmüştü. — Repertuarı mahduttu, İdare etmesi konser, Üniversite Kanserinde prog- ramda Menotti'nin de bir eseri var- dı. Herr Rischner, Menotti'yi duyma- mıştı bile. İleri surdugu Özürler ara- sında "Ben orkestra şefi değilim; o- pera şefiyim" gibi garip bir iddia da bulunan Rischner'in ismini böylece, baştan aşağı opera musikisine tah- sis edilmiş bir konserin programın- dan silmek ve yerine Ferit Alnara başvurmak lüzumu hasıl olmuştu. Böyle bir durum karşısında Alfons Rischner'e, tek bir "şeref konseri" verip memlekete donmek düşüyordu. AKİS, 22 ARALIK 1956 Pek değerli misafirimizin kararı da zaten buydu. Sihirbaz keman azartesi akşamı Devlet Konserva- tuarında bir İtalyan kemancısı- nın, Franco Novello'nun, resitali var- dı. Alışılmamış bir sıra takip eden programın ilk kısmında iki İtalyan bestekârının -Yirminci Asırdan Ma- rio Labroca ile Onsekizinci Asırdan Giuseppe Tartini- birer eseri yer al- mıştı. İkinci kısım, virtüozluk parça- larına ayrılmıştı. Ilgı çekici bir prog- ramdı. Fakat, Tartini ve belki Ysaye ONU MESUT EDECEK KREMİ NİHAYET BULDUM * SEVGİLİNİZİ bj DAHA GÜZEL GÖRMEK İSTİYORSANIZ ÖNâ HEMEMN HAVİLLAND KREMİ HEDİYE EDİNİZ MUSİKİ hariç bırakılırsa, musiki balonun- dan doyurucu olmaktan uzaktı. Lab- roca'nın sonatını, empresyonismin gevşemiş — cereyanlarına — kapılmış, seçkin hiçbir tarafı almayan, beste- leme tekniğini kavramış herkesin ya- zabileceği bir musikiydi. Viyolonist Novello, dınleyıcıyle ba- ğım kurana adar nserin — yarısı harcandı. Aydınlık ve rahat bir tek- niği, serin ve irice bir tonu vardı. Fa- kat çalışı tek renkli, yeknesak ve hsuzdu. Ancak Ysaye'nin solo ke- man için üçüncü sonatında buzlar eriyebildi. Zaten programın Ötesi de, yer yer entonasyon hatalarıyla bozu- lan mekanik bir hareketten başka birşey değildi. Ne buyuk bir virtüöz, ne de tesirli bir san'atkâr olan Fran- co Novello, arasıra hoşa giden, fakat herhalde çabuk unutulacak bir kon- ser dinletmekten ileri gidemedi. Piyanist, Gönül Arslandı. Opera "“Klâsik" kabak çekirdeği Sevda Aydaa "bu pis göre değil" dedi. halk, bu burjua guruhu hava cıva.. raz -etti: "Bıraz nuru! Bizi burada görenler alışveriş yaptığımızı sanırlar." Bu konuşma, Devlet Operasında cereyan ediyordu. Sahnenin gerisin— de değil, üstünde: Millöcker'in "Fa- kir Talebe" operetinin ikinci perde- sinde. Ama, pekâlâ gerisinde de ge- çebilirdi. Sevda Aydan olsun, arala- rında Ferhan Onat da bulunmak üze- re, opera mesleği için yetişmiş diğer sanatkârlar olsun, Millöcker gibi, Lehar gibi "burjua güruhu" operetti lerin "kokusunu" dinlemeğe mecbur tutulmak suretiyle harcanmayı pek haklı olarak istemiyebilitlerdi. O za- man opera idaresinin ileri süreceği karşı fikir "Bizi burada görenler alış- veriş yaptıgımızı sanıyorlar ya! Siz ona bakın"dan başka birşey olamaz- dı. Buna bir de kulp takılırdı: Klâ- sik Viyana opereti oynuyoruz işte. Son bir iki yıl içinde Devlet Ope- rası, opera rahneye koyma işinde iyi- den iyiye ipe un sermişti. Zaten halk da kendine eğlence arıyordu. Bu gi- dişle Devlet Operası Klâsik Viyana Operetinden "Klâsik" Savoy Opere- tine -Gilbert ile Sullivan'lara-, Ta- dan "Klâsik Tın Pan Alley Operetı— ne -Cole Porter ve Richard Rodgers'- lere- atlar, bunları da pekâlâ "Klâ- sik" Sehzadebaşı Opereti -Çuhacı- yanlar. Muhlis Sabahattinler- takip edebilirdi. Bugünkü anlayışla Devlet Operası, Otellolar, Wozzeck'ler, çağ- daş ve eski operalar sıra bcklerken pekala "halkı eglendırecegız' dıye "Seninle Bir Saaf'i, arım Beni Aldatırsa"yı sahneye koyabilir- di. koku bana “Bu bayağı benim için Oldu Olacak opera salonunda prog- m dağıtan hademeler, kabakçekır— degıyle leblebi de satmaga başlasa- lar da alışveriş tamamlansa.