tipteydi,, Bu bakımdan, meşhur film- deki tenor Robert Rounseville'den daha çok bu role yakışıyordu. Fakat ses imkânları, tipinin ve oyununun avantajlarını destekliyecek kadar bol değildi. Bununla beraber gayret gösterdi; hattâ saman zaman - bil- hassa Olympia vakasında - zevkle dinlendi. Bu temsili, filmle kıyas gayrı ih- tiyari akla geliyor. Böyle bir karşı- laştırma birçok bakımdan yerinde olmamakla beraber.. Hoffmann'ı be- yaz perdeye aktaranlar, operanın fantezist unsurlarına yenılerını kat- mışlar, sinemanın bol imkânlarından faydalanarak alabildiğine geniş ve o nisbette de yüklü bir mizansen or- taya koymuşlar, merkezini - çok defa zorlama suretiyle - dansa vermişlerdi. Eseri Devlet Operası sahnesine koyan Aydın Gün'ün film- den alabileceği örnekler çok azdı. Ni- tekim rejisör, tamamen başka bir va- satta olan filmin büyüsüne kapılıp, orada gördüklerini sahnenin üç du- varı içine nakletmeğe kalkışacak ka- dar tedbirsiz ve hayalperest olmadı- ğını gösterdi. Seyircilerin de, sahne- de beyaz perdeyi aramamaları ve hele Hoffmann'ın bir bale değil, o- pera olduğunu unutmamaları yerin- de olur. ichael Powell ve Emeric Pressburger in yaptığı, Offenbach'ın eseri üzerine bir fantezidir. Devlet Operasında go rdüğümüz ise eserin aslı.. Yani, aşağı yukarı aslı.. Fazla sevimli bir şeytan Fakat —Aydın Gün'ün bazı ihmalle- ri yok değildi. Bir aktörün oyu- nundan rejisör de mesuldür. Bugüne kadar yüklendiği belki en ağır vazi- fede - Lindorf, Coppelius, Dapartutto ve Doktor Miracle rolleri - Ali Kö pük'ün tegannisi belki tatmin edi- ciydi; Elmas aryasını söyleyişi ba- şarılıydı Fakat sahnesi, asla.. Ay- dın Gün'ün, bu derece ağır bir role seçtiği elemanı bilhassa çalıştırma- sı, işi oluruna bırakmaması gerekir- di Rejisör bunu yapmamış, bu tipi katiyyen işlememiş. Ali Köpük'ün canlandırdığı tiplere karşı sempati değil, nefret hissi duymalıydık. Hiç olmazsa, iyi bir kostüm ve uygun bir makyaj, onu şeytani kılığa sok- saydı. Fakat Coppeliusün sabahlık bozmam bir şeyi sırtına giyerek sah- neye çıktığını gördüğümüz anda, bu ümit de suya duştu Ne yazık ki tu- rtan Damrau gibi "Ustun bir kabili- bu işe de burnunu sokmuştu. amrau'nun sözde kostüm ve dekor halinde tecelli eden zevksizliği, ra sahnesine çökmüştü. Ondokuzun- cu Asrın en kötü zevkinin kalıntıla- rını aksettiren o aşın süslü, aşırı yüklü dekorlar, bazan bir antikacı dükkânını, bazan da kasaba kasaba dolaşan şarlatan , ipnotizmacıların sahnelerini andırıyordu. Halbuki Hoffmann'ın Hıkayelerı hayali zen- gin dekoratörlere ne buyük fırsat- lar verir! AKİS, 21 MAYIS 1955 Gülünç bir bale Aydın Gün'ün göz yummaması ge- reken bir nokta da, danslardı. Programda, koregrafinin (!) kimin tarafından — yapıldığı yazılmamıştı. Her halde bu büyük yaratıcı (!) adı- nın programda geçmesinden utanmış- tır. Zira, bale namı altında ancak-. bir jimnastik Gdersinden çıkan İlk mektep çocuklarının yapabilecekleri gibisinden hareketler gürdük. Dans- ların, dramatik hareket ıçındekı yeri de hesapsızdı Bir davet tasavvur e- diniz. Misafirler, yemek salonuna ge- çiyorlar. Esas salon bomboş kalıyor ve derken birkaç kişi çıkıp dansedi- yorlar. Kimin için dansediyor bun- lar" Oyle ya! Böyle dansı kim sey- rederi n bunlara temsilinde du. Ferdi rağmen, ikinci Hoffmann muvaffak ol- gayretler ve başarılar sa- yesinde.. Olmpia'da Suna Korad, mü- kemmel bir koloratlira ve rolünün mekanik kesinliğine riayet eden bir aktristi. Dinleyicilerin candan alkış ve "bravo" larına tamamen hak ka- zanmıştı. Giulietta'da Şükran Sülü- ner, büyüleyici bir femme fatale ol- makla kalmadı; renkli bir sesi, maz- but bir teganni tarzı olduğunu da ortaya koydu. Bu yılın "keşif' lerin- den Fevziye Bartu ve Sabahat Teke- baş, muhakkak ki operamızın kad- rosunu zenginleştiriyorlar. Soprano Tekebaş şimdilik, daha mütekâmil bir şarkıcı intibaını veriyor. Fevziye Bartu ise bazı küçük eksıklıklerını ızale ettiği takdirde - meselâ ento- nasyon amüteallik olanlar - ve ken— disine fırsat verildiğinde bu da koyalım - parlak bir ıstıkbale ka— Vuşabılır. ' nedense, kırk kişi yerine sesi veriyordu. Bazan or- da uyuşamıyordu. Belki sahnenin akustik şeraiti sağlanma- mıştı. Zaten bütün sesler, oldukların- dan daha küçük aksediyorlardı. Bu saydıklarımız ve daha küçük rollerdeki diğer sanatkârlar - bilhas- sa Nurı Turkan ve, oyun bakımından, Örses - temsilin umumi başa— rısında mühim rol oynadılar. respal rolünde Ayhan Baran'ı unuttuk. Zarar yok. Bu büyük ses hakkında bugüne kadar birçok öv- me sözü sarf edildi. Aynı şeyleri tek- rarlamış olalım. oro. dört kişi kestrayla er! Konserler Sıcağa kalanlar Bahar — gelince, bilumum sanat o- laylarına karşı alâka düşüyor. Konserlerin müşterisi seyrekleşiyor; çok defa tiyatroların ancak ön sıra- ları doluyor; hatta opera bile kış ay- larındaki rağbeti görmüyor. lerde, opera galası için aldıgı bileti iade etmek isteyen bır şahsa, gişeden şu cevabı verdiler: i alamayız; zaten pek az bilet satabildik." Halbuki bu yıl Devlet Tıyatrosu ve Filarmoni Orkestrası, mevsim geçen yıllara nisbetle, daha uzun tut— muşlardı. Sakiden Mayıs ayında an- cak, Nisan'dan kalmış piyeslerin son bir İki temsili verilirdi. Şimdi ise bir opera ve iki piyesin ilk temsilleri Ma- yıs ortalarına verildi. Yeni bir opera ni bir piyesin sahneye konacağı bıldırılıyor Filarmoni konserleri de- vam ediyor; hattâ gelecek haftaki konsere bir Polonyalı viyolonistin ka- tılacağı ilân ediliyor. Bütün kış âtıl kalan Devlet — Konservatuvarı bile faaliyete geçtı konserler, bale tem- silleri vermeğe başladı. Yugoslavya- dan bir bale trupu geldi. Havaların da yağmurlu gitmesi bu teşebbüsle- re yardımcı oluyor. Ancak, ne yazık ki, geçmişteki kısa mevsimlerin şe- kil verdiği dinleyici ve seyirci itiya- di bu hareketlere gereken alâkayı göstermiyor. Filarmonide Berlioz "Nitekim geçen hafta Büyük Tiyat- roda verilen filarmoni konserin- de salonun ancak dörtte biri doluy- du. Oysa ki program, mevsimin civ- civli aylarında verilen — konserlerin- kinden daha az alâka çekici değildi. Hattâ Filarmoni Orkestrasının bil- hassa muvaffakiyetle çaldığı alâkalı dınleyıçılerce bilinen Symphonie Fan- tastigue'in programda yer alması, âinleyici toplaması gereken bir olay— . Berlioz'un, musiki tarihinde de- vir açan bu hararetli eserini, Cum- hurbaşkanlığı Orkestrası eskiden be- ri çalar. Orkestra, "kedi olalı bir fare tutmuştur”. Şef Hans Hörner'in de bu partisyona karsı hususi bir sem- patisi vardır. Cumartesi günü eserin ilk muvmanı oldukça soğuk ve tered- dütlü çalınmakla beraber, ikinci muvmandan itibaren hava ısınmağa başladı. Hele "Darağacına Yürüyüş"-' ve "Cadıların Ayini" isimlerini taşı- yan kısımlar, örnek sayılabilecek bir icra kalotesindeydi. anki trompet ve kornolar, bunca "günahlarım af- fettirmeğe" karar vermişlerdi. De- mek ki, isterlerse, başarabiliyorlar. Hem de nasıl? Her halde "Sympho- nie Fantastigue", ilk üç muvmanı i- yi çalışılmak, biraz temizlenmek ve canlandırılmak şartiyle, orkestranın dünya huzuruna çıkarabileceği tek eserdi ra sona erdiğinde dinleyicilerin tezahüratı, 200 kadar kişinin yapa- bılecegınden çok daha fazlaydı. Dr. Hörner uç defa sahneye çağırıldı. nserin solisti Bedia Baran (Devlet Operası basso'su Ayhan Ba- ran'ın Zzevcesidir) bugüne kadar az sayıda birkaç konser vermiş, fakat parlak bir konser piyanisti olarak dikkat çekmemiştir. Halen Devlet O- perasında korepetitördür. Cumartesi günü Schumann'ın konsertosunu ça- İişı, umulanın Üstündeydi. Sazına ha- kimiyetinde bariz bir ilerleme vardı; tuşesi renkli ve yumuşaktı; bununla beraber bazı tiz notalarda renk kont- rolünü kaybediyor, haşin sesler çı- kardıgı oluyordu Nüansları "forte" ve "piano" ya inhisar ediyor, bu iki derece arasındaki ve otesındekı dina- mik gölgeleri aramıyordu.