BÜLBÜL ÇAKILLARI İhtiyat zabit namzetleri talimgâhın- dan çıktıktan sonra, takım kumandanı olarak verildiğim ille bölüğün yüzbaşısı, çok baba bir adamdı. Bölüğündeki za- bitleri, çavuşları, onbaşıları, neferleri, öz evlâtları kadar seviyor, ve hepsini aynı sevgi ile koruyor, gözetiyordu. üzbaşı, güler yüzlülüğü nisbetinde titizdi. Dikkatsizlik, ihmalcilik gibi ku- surlar, disiplin bozacak en küçük ha- reketler, onun, affedemiyeceği çaylar. Yüzbaşım, insanları da çok iyi ta- niyordu; hele “Mehmedcik,, lere karşı emniyeti, itimadı, onlara olan sevgisin- den daha derindi. Bölüğe geldiğim gün Yüzbaşım, be- ni, takıma “takdim ettikten, sonra, bölük odasına çağırdı, karşısına oturt- tu; vazifelerim, bölük arkadaşlarım ve efrad hakkında uzun boylu malümat verdi Yüzbaşımın öğütlerini dinledim; mü- saade alacağım zaman: — Bir iki sözüm daha var, dedi. Mene tekrar yerime il İattım. Bölüğün mühim sele çelerimder biri kaldı. Bir Osman çavuşumuz var: dır. Sana, onu da tanımalıyım. Osman çavuş, tanınmağa değer bir şahsiyettir. sman çavuş hangi takımda ? — Ona, takımlarda vazife verme dim. O, bölük çavuşudur. i — Kalem işinde kullanıyorsunz, de- mek! > — Hayır! mn çavuşun okuması, yazması da ii Afallayıp Ba Yüzbaşı, gülü- yordu: *» MAHMUD YESARİ — Özman çavuş, bölük çayuşudur. Kadroda böyle bir vazife yok. Fakat yağız Osman çavuş, bizim bölüğün mü- şaviridir. Hâttâ, bazan, taburun da, a- âyın da müşaviri oluverir. O, ikinci ta- kım çavuşu idi; dara gelen ona baş vurduğu için, vazifesini görmeğe vakit bulamıyordu. Onu, bölük karargâhına almağa mecbur oldum. Başçavuş, ona danışır; bölükemini, ona danışır; yazı- cı, ona danışır; hülâsa, çavuşu, onba- şısı, saka neferi, herkes, ona danışır. Vaz'ı kazanlardaki kalori güclüklerini; iemallerdeki çapraşıklıkları; künyeler- deki sehiyleri, yanlışlıkları; tartılarda- ki noksanları, fazlaları, deboydaki ka- rışıklıkları; efrad araşındaki anlaşama- mâzlıkları, alacak verecek meselelerini, ne bileyim, hepsini, herşeyi, o, halleder, — Okoması yazması da yok, diyor- sunuz ! ma yazma bilmeğe ihtiyacı yok, çünkü Kayserilidir. üzbaşım, bir müddet yüzüme bak- tıktan sonra, elile dizime vurdu; lum, sen, asker ocağını daha yeni görüyorsun? Osman çavuş, Kay- serilidir, diyelim, Kayserililerin adı çık- mıştır. Fakat Mehmedeiklerin içinde re Kayserili olmıyan Kayserililer, mekteb, medrese görmemiş ne âlimler, mütefen- ninler vardır. Mehmedeik, bir cevher- dir. Onun ne yüksek kıratta bir cev- her olduğunu anlamak için, onu yakın- dan tanımalısın ! Yüzbaşının sesi, evlâtlarından ögü- nen bir baba gibi, rikkatle titriyordu: — Sana, Mehmedeiği, şimdi burada, böyle iki çift lâkırdı ile tanıtamam. Sen, gözünle görecek, kulağınla duya- caksın... Gözünle görmez, kulağınla i- şitmezsen, onun hakkında söylenen ve söylenecek şeylere inanmazsın. Yakın- dan şahit olmiyanlara, masal gibi ge- lir, Sana, Osman çavuşu, bir parçacık anlatıvereyim:; Yağız Osman çavuş, eşi üç bulunur bir adamdı. Bölüğün için- de, onun kerametine, kehanetine, si* hirbazlığına inananlar pek çoktur. Fa kat o, ne büyücü, ne kâhin, ne de si hizbazdır. Onun ameli bir zekâsı var- dır. Buameli zekâ, o kadar kuvvetli ve şiddetlidir ki, insanı çok defa şaşırtır ve sihirbazlık, büyücülük düşündürür. Os- man çavuş, eğer eski devirlerde gel- miş olsaydı, eminim ki, ya ermişliğine inanılır, izzet ve ikramla baş sedire o. turtulurdu; yahud da sihirbazlığına hük- molunur; diri diri yakılırdı. Hayretle dinliyordum, Yüzbaşım, çok ciddi di: — Şaka ediyerum sanma. Osman çavuşu gördüğün zaman, sözlerimin faz- la değil, eksik olduğunu anlayacaksın! — Emretseniz de, şı Osman çavuşu bir görsem... Ösman çavuş, izinli... ti? Be kimi var? bilmiyorum, sormadım da... vuş, izin istedi; peki! dedim, gitti. Bek ki ucunda bölüğün hayrına yarayacak bir iş vardır. Ne ise, bize, orası lâzim değil. Osman çavuş, izinden geldiği za- man, görürsün. Şimdi, sana, onun bir vak'asını anlatayım. p Yüzbaşım, zile bastı, giren emirbere; — Bize iki kahve yapsınlar, dedi. Bana döndü “ —Birkaç ay evvel, bölüğümüz, mu: vakkaten başka alây emrine verilmişti, Günlerce yol yürüdükten sonra yeni alayımıza iltihak ettik; ve asıl malı ok duğumuz alaydan, haftalarca ayrı kal dık. Emrinde bulunduğumuz alay, ha- reket emri aldı. Biz, bulunduğumuz yerde, eski alayımızı bekliyecektik.. “Bölüğün birkaç günlük iaşesi için, bize bir mikdar erzak verildi. Bu erzak arasında, bir mikdar et de vardı. a sim, kış olduğu için, kara gömülen e ler, kokmadan günlerce dayasabiliiyi du. “ Alayın hareketinden iki gün son ra idi, iaşe neferi ile nöbeteı çavuşu çadırıma geldiler. İaşe neferinin yüzü mosmordu; heyecanından dili tutulmuş gibiydi. “Sordum: — Çarşanbalı ne var? “Bölüğün iaşe neferi açıkgöz bit Çarşanbalı idi.. ve kolay heyecana ka pılmazdı, fakat o gün, karşımda tiiri yor, kekeliyordu: j « — Hiç, başıma gelmiş değildi, Yür başım ! “ — Peki oğlum, ne var? — Bizim etler... kara gömdüğüm etler... “ Ne dediği bir türlü anlaşılamr yordu: “ — Kekelemeden söyle! « Nihayet, nöbetci çavuşu, işi anlat tı: Çarşanbalının kara gömdüğü etlerin h emen yarısı kaybolmuş | “Bulunduğumuz yer; köy, kasiba değildi; dağ başında idik, ve dışarıdan şüphelenecek kimse yoktu “Arada şunu anlatmağa mecburum. mi Harp senelerinde, ordunun isş€ anbarlarına boş denemezdi; fakat yok suzluk, sevkiyatın muntazaman yapık masına engel oluyord “ Mehmedeik, hiç bir zaman hırsiz değildir. Açlığa, susuzluğa, harplerin in maddi sefaletlerine erkekce katlanmağı bilen Mehmedcik, hırsızlığa tenezzül etmez. Fakat soğukta açlık, felâketlerin en müthişidir; soğukta a€ lık, ateşsizlikten, esvabsızlıktan dahâ tehlikeli, daha korkunçtur. Aca dokuz yorgan örtmüşler; üşüyorum! demiş Gıda almıyan vücudün soğuğa kari!