sında olduğu kadar hukuk sahasın- da da cidden sevilen ve ilmine hür- met edilen bir ilim adamı idi. Ustelik okuttuğu ders, yapılacak tahkikat mevzularında kendisine' mesela bir Roma Hukuku Profesöründen daha fazla söz hakkı veriyordu. Birsen ısrarlar karşısında — komisyon üyeli- ğini kabul etti. Ancak "Üçüncü Adam" aranır- ken bir hayli zaman geçmiş, bu ara- da Komisyonun yapacağı — tahkikat da gecikmişti. Komisyon üyeleri tah- kikatlarını bir türlü neticeye bağla- yıp Senatoya bildirememişler, Sena- to da kat'i kararını verememişti. Hü- seyın Naili Kübalının bakanlık em- rine alınmasını iyiden iyiye aklına koymuş olan İktidar ise bu bir tür- lü yürümiyen tahkikat karşısında günden güne sabırsızlanıyordu. yüzden ilgililerce ÜUniversite Kanunu nun tadili, hususunda yapılan çalış- maların — hızlandırılması — tasarının bir an evvel hazırlanması için gerek- li emirler adeta üst üste yağdırılı- yordu. Fakat sıkıştırılan sadece Bakan değildi Bakan da sıkıştırıyordu. Ni- teldin İstanbul Üniversitesine — sık sık teleftin ediyor ve Senato raporun- n haber soruyordu. İş gene "Os- man Okyar meselesi"ne mi dönecek- ti? Ayni Celâl Yardımcı — vaktiyle Osman Okyar hakkında da İstanbul Senatosundan mütalâa sormuş, fakat cevabım almaya kendi Milli Eğitim Bakanlığının ömrü vefa etmemişti. Daha mühimi umumi efkâr da bekliyordu. Senelerdir ""Üniversite Muhtariyeti, Üniversite Muhtariyeti" denmişti. a şu Üniversite acaba o Muhtariyeti, hak ediyor muydu? Profesörleri, bir Muhtarıyetı kuvvet- le müdafaa gerektıgınde 'aman, bö-. le siyasi bir meseleye, adım bulaşma— sın" diyen veya etliye sütlüye karış- maktan çekinen bir — Üniversitenin muhtar yaşaması için milletçe sarfe- dilen gayret boşuna olurdu. Elbette ki ilim adamlarının siyasi meseleye kârışmalarını gönül ârzulamıyordu. Ama, mücâdele siyasiyse, mücadeleyi yapmamak mı lâzımdı Senatonun raporunu herkes bek- liyordu. Yüzlerce yıllık bir — maziye sahip bulunduğunu iftiharla ilân e- den koca İstanbul Üniversitesinden, böyle bir hâdise karşısında yükse le- cek ses nasıl olacak diye.. Gönül is- tiyordu ki bu ses memleket çapında akis yapacak bir tok, tarafsız, küçük hesapsız ses olsun! Yâni ilim hay- siyetinin sesi olsun! Yardımcının hazırlıkları u sırada, ilk defa 1943 yılında bu yana bir hayli rötuşa uğramış olan 4936 numaralı Üniversiteler Kânunu Milli Eğitim Bakanlığının ilgili dairelerin- de bir defa daha gözden geçırılıyor ve hemen bu devre içinde B.M.M. getirilecek şekilde bir tâdil tasarısı hazırlanıyordu. Tasarıda, Üniversite- ler Kanununa eklenecek — maddeler öylesine ayarlanıyordu ki bu tâdil- lerin yürürlüğe girdikten sonra Mil- AKİS, IŞUBAT 1958 li Eğitim — Bakanlarının diledikleri profesörü bakanlık emrine hemen almaları işten bile olmıyacaktı. nun için artık ne Senatonun kararı beklenecekti, ne de bir türlü teşkil edilemiyen komısyonların tahkikat raporlarının n neticeleri! Bakan, tıpkı bir ilkokul hocası gibi bir profesom de, lüzum gördüğünde Bakanlık em- rine alabilecekti. Tâyin ve terfilerde de Bakanlığa geniş yetkiler tanını- yordu. Artık bundan sonra inhalar, tamamiyle Milli Eğitim Bakanları- nın salâhiyetleri içinde olacak ve do- çentliğe veyahut profesörlüğe tâyin edilecekler, inceden 1nceye elenip do- kunacaktı. İktidarın ağzı yanmıştı. Yoğurdu üfliyerek yiyecekti, Öyle o- lur olmaz kimseleri doçent yahut pro- fesör yaparak, başına dert olmaları- na imkân vermeyecekti. Artık inha- lar bir itaatkarlık mükâfatı olacak- Prof. Dr. Türkân Rado Bu alkış niye? tı. Milli Eğitim Bakanlarının hassas terazilerinde tartılan "değer"lere pa- ye verilecekti. Varsın bunların ilmi ir- fanı biraz kıt olsun. Maksat itaatkâr olmalarıydı. Ancak ne var ki, bütün bu tedbir- ler de fayda Verecege benzemiyordu. Nedense İktidar bunu bir türlü an- lamak istemiyordu ama, nev'i şahsına münhasır demokrasi tecrübesine gir- diğimizden ve kalkınma hummasına yakalandığımızdan beri alınan bütün antidemokratik tedbirler hep tersine neticeler vermişti. Ne anu- nu, ne Içtuzuk Tadilâtı istenen ne- tıceyı vermiş ve İktidara rahat ne- fes aldırmıştı. Şimdi getirilmeye ça— ışılan Üüniversiteler Kanunu da tıp- kı bunlar gibi arzu edilen neticeyi vermeyecekti. Köy görünürken, kıla- vuza ihtiyaç olmadığı meydandaydı. . ilişiği, olmıyanları dahi YURTTA OLUP BİTENLER Adalet Thomas Paine der ki.. eçen hafta içinde Yozgat Ceza- evinde mevkuf bulunan otuzhır siyasi sanık mütemadiyen bir leyi tekrar edıyorlardı Cümle Tho- Paine'in "İnsan Hakları" kitabından alınmıştı ve — şöyleyi "Henüz insana bildiğini bildirmemek ve düşündüğünü düşündürmemek ça- resi bulunmuş değildir." — Sanıkların ağızından düşmeyen bu cümleyi or- taya Ali İhsan Göğüs atmıştı. Ali İhsanın hapishane içindeki vakti ya mektup yazmak, ya da kitap oku- makla doluyordu. Maceranın başladı- ğı ilk günlerde Gaziantep sanıkları- na ayrılan koğuşta küçük bir kütüp- hane teşkil edecek kadar çok kitap birikmişti. Bilhassa C. H. P. nin Gençlik Teşkilâtı o zaman sanıklar- la yakından ilgilenmişti. Yurdun dört bir, köşesinden topladığı kitapları Ce- zaevine yollamıştı. Tabiatiyle kitap, yapacak başkaca hiçbir işleri olma- yan sanıklar için en makbul hediye yerine geçiyordu. Sanıkların arasın- da öyleleri vardı ki, dışardayken bir tek kitap bile okumamışlardı. Ama hapishanedeki yeknesak ve can sıkı- cı hayat, okuyup yazmakla en ufak i- koyu birer gazete ve kitap tiryakisi yapmıştı. Sanıklardan Ali İhsan Göğüs, bir gazeteci olarak koğuşun en dikkatli okuyucusu idi. her Allahın ğünü, gazeteleri teker tekfir, ve büyük bir dikkatle okuyor, unlar — biter bitmez de kitaplıktan çektiği kitap- lardan birinin başına çöküyordu. lşte Thomas Paine'in "İnsan Haklar adlı kitabındaki meşhur cümleyi oy— le keşfetmişti. Elinde bir kırmızı ka- lem, okuduğu kitaplarda hoşuna gi- den cümlelerin altını çiziyordu. Pa- ine'in kitabım — okurke birden bu cümleyle karşılaşmıştı. Yarı uzandı- ğı ranzasında sessiz sessiz okuduğu kitaptan başım kaldırmış ve cümleyi yüksek sesle tekrar etmıştı İlk anda arkadaşları Ali İhsanın ne dediğim anlıyamamışlar ve şaşkın şaşkın yü- züne bakmışlardı. Ali İhsa cüm- lenin manasının derınlıklerıne oylesı— ne dalmış, kendisinden öylesine geç- mişti ki, bir an için nerede bulundu- ğunu bile unutmuş, cümleyi kocaman kocaman yazdırıp, çerçeveletme yi ve duvara asmayı kurmuştu. Sonra bir- den hapishanede olduğunu ve ne böy- le bir cümleyi yazdırmak, ne de çer- çeveletip astırmak imkânına sahip bulunduğunu hatırlamıştı. Bunun üzerine Ali İhsan yapabi- leceği tek şeyi yaptı: cümleyi ezber- ledi. Üstelik bu — cümleyi o kadar çok tekrarladı ki koğuştaki bütün arkadaşları da hafızalarına nakşetti- ler. Şimdi koğuşta sabah akşam en çok tekrarlanan cümle bu oluyor. Herkes bunu söylüyor; Henüz insana bıldıgını bildirmemek ve düşündüğü- ü düşündürmemek çâresi bulunmuş degıldır' 13