iyi biçilmiş melodileri olan eserlerdi. Fakat Prokofiyef tezgâhının seri i- mâlâtı olmaktan ileri gidemiyorlârdı. Atatürkten hatıralar u ziyareti, David Oystrah'ın Tür- kiyeye ıkıncı gelışıydı 1935'te, iki yıl sonra Brü üsabakasında bi- rinci mukafatı kazanacak olan 27 yaşındaki e r e n e kemancı, Türkiye yi ilk defa ziyaret etmiş ve bugün dai- ma beraber çalıştığı piyanist Lev Oborin'le ilk konserini burada ver- mişti. Geçen Cumartesi günü Anka- ra Palasta yaptığı bir basın toplan- tısında David Oystrah o günlere ait hatıralarını anlattı. Bu hatıralar ara- sında, Atatürkle beraber geçirdiği saatlere ait olanlar büyük bir yer iş- gal ediyordu. Gazeteci ve tenkitçile- rin sorduğu suallere cevap verirken elinde Atatürkün imzasını taşıyan bir altın tabaka bulunan David Oystrah “Atatürkle görüşmelerimi hatırladı- ğim zaman bir saadet, bir ferahlık duyuyorum" dedi. Bu defaki ziyare- tiğini ve bunda yanılmamış olduğunu belirtti; dinleyicilerin gösterdiği sa- mimi teveccühe işaret etti. Türki- yede musiki anlayışının gelişmiş ol- duğunu söyledi ve musiki tenkitçile- rimizi övdü. Sorulan sualler ve mü- de lüzu d üstün bir seviye: Dodekafonismde biçim ve muhteva, yahut Prokofiyef, Haça- turyan, Kabalevski, Şostakoviç kon- sertolarını tahlili ve kıyaslanması gibi mevzular, böyle bir toplantı için lüzumsuzdu. Zaten on iki ton musiki- sinin, David Oystrah'ın sahası olma- dığı anlaşılıyordu. Sohönberg'in ke- man konsertosunu tanımıyordu. On- iki tonda atematism olduğunu, melo- di olmadığım, biçimin muhtevaya ga- lip geldiğini ileri sürüyordu. Rusya- da da bir samanlar bazı bestekârla- rın oniki ton sisteminde çalışmış ol- duklarını, fakat Şostakoviç'in teni- sil ettiği "başka bir cereyanın rağbet görmesi" sebebiyle oniki tonun unu- tulduğunu söyledi. Sovyetler Birli- ğginde bestekarların istedikleri yolda bestelemekte serbest olduklarını id- dia etti; çeşitli uslüplar bulunduğunu söyledi. Fakat —bunların — müşterek temelinin "gerçekçilik" olduğunu be- lirtmekten geri kalmadı. Oğlu Igor Oystrah hakkında ne — düşündüğüne dair bir suale cevap olarak istidadı bir kemancı olduğunu söyledi. Peki, bir Türk bestekârı onun için bir eser yazsa, çalar mıydı? "Benim için pek çok eser yazılıyor. Vaktimin darlığı yüzünden bunların pek azını çalabiliyorum. Fakat bir Türk beste- karı güzel bir eser yazarsa, hem ken- dim çalarım, hem de asistan öğret- menlerimin çalmasını sağlarım" dedi. Moskova Konservatuvarı Keman Profesörünün bu vaadini yerine getir- mesi için şımdı bestekârımızın “güzel bir eser" vermeleri kafi gele- AKİS,4MAYIS1957 cektir. Fakat o zaman da nasıl bir e- serin "“güzel" olduğu meselesi ortaya çıkabilir Votka ve musiki avid Oystrah, —Ankaradaki gün- lerinin bu iki konseri dışındaki saatlerinde, Anıt - Kabri ziyaret etti ve çelenk koydu; Devlet Konservatu- varına uğradı; herhangi bir turist gi- bi, fotoğraf makinası boynunda, so- kaklarda dolaştı; nihayet Cumartesi günü akşamüstü, Sovyet Sefaretinde- ki kokteyl nartide - yahut votka par- tide - küçük bir konser daha verdi. O akşam Ankaranın hemen hemen bütün musiki çevreleri - opera sanat- kârları, bestekârları, tenkitçiler, ida- reciler, orkestra üyeleri vs.- sefaretin davetine icabet etmekten kendilerini alamamışlardı. Sovyetlerin, David Oystrah gibi te- sirli bir silâhla yaptıkları taarruzunun başarı kazandığı görü- Şimdi düşünülmesi gereken mesele, bizim bu taarruzu nasıl bir mukabil taarruzla karşılıyabileceğimiz mese- lesidir. Oystrah ve Gilels'in Ameri- kadaki konserlerinde — kazanılan za- ferden sonra Birleşik Amerika der- hal mukabil harekette bulunmuş Sov- yet Rusyaya Isaac Stern'i, Jan Pec ce'i, Bost Senfoni Orkestrasını göndermiş, bu sanatkâr- lar Rusyada, başarı erikalı muazzam bir bu kültür,. MUSİKİ kazanmışlardır. Bizim Stern gibi bir kemancımız, Peerce gibi bir tenoru- muz, Boston'unki gibi bir senfoni or- kestramız yoktur. Fakat bir dik memlekette yüzümüzü ak çıkaracak hiçbir değerimiz yok değildir. Rusya- ya kültür ihraç edip edemiyeceğimiz hususu, siyasi makamlarımızın üs- tünde enine boyuna düşünmeleri ge- reken bir mevzudur. Gencer ve orkestra akşamı Soprano Ley- lâ Gencerin, Ferit Alnar idare- sindeki Cumhurbaşkanlığı Orkestra- sının nadir konserlerinden birine so- list olarak iştirak edip —ikisi verdi - “"Alda" ve "Talihin Kudreti" nden- biri de Mozarttan - "DonGiovanni"- olmak üzere iki aryayı birinci sınıf sopranolara has ses güzelliği, teknik saglamlıgı ve üslüp rabıtasıyla söy- lem üçgene önce Traviata'da ken- dısınden bekleneni verememesinin bir geceye mahsus bir talihsizlikten iba- ret olduğunu daha iyi — açıklıyordu. Fakat mühim olan, Leylâ Gencerin o konserdeki başarısı değildi. Konseri Ankara Filarmoni Derneği tertiplemişti. Programda nkara Filarmoni Derneğinin Olağanüstü yazıyordu. Bu Derneğin konserleri, acaba hangile- riydi? Asıl olağanüstü sayılması ge- reken hâdise, varlığıyla yokluğu mü- savi olan bu derneğin bir konser ter- tiplemesiydi. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkest- rasına gelince, bu orkestradaki de- ğişiklik henüz sadece işim değişikli- ğinden, bir de üyelerinin daha fazla para almamasından ibaret kalıyordu. Yoksa henüz bir ruh değişikliği se- zilmiyordu bile. Böyle bir değişiklik olsaydı, afişlerinde koskoca harflerle Leylâ Gencerin ismi ilân edilip konserin dörtte üçünde, bu orkest- ranın her zamanki gevşek — icrasıy- la çalınan Çaykovski'nin — Altıncı eçen Salı " x " türü bir defa daha -kimbilir kaçıncı defa- halk huzuruna çıkarılmaz ve herkes sabırsızlığa, hatta hiddete sevkedilmezdi. Bu orkestraya yeni bir hayat gelmiş olsaydı, Ricci, Per- ticaroli, Jenner, Oystrah gibi birbiri arkasından Ankaraya gelen dünya çapındaki solistler elden kaçırılmaz, bunların orkestrayla konserto çalma- ları sağlanırdı. Bu hususta İstanbul Şehir Orkestrasının verdiği örnek bile takip edilmemişti. Nihayet Ley- lâ Gencerin, bir üniversite konse- rine bile yakışmıyacak bir program- la, şimdiye kadar defalarca söyledi- ği aryalarla - belki Mozart hariç- konsere çıkmasına müsaade edilmez- di. Konserden sonra pekçok dinleyici- aryalar ve tam bir resital vermedikçe bu şekilde düşünenler kendilerini — pekâlâ haklı sayabileceklerdi.