Halbuki, smaatçı kadar sanatkârın işi de, tabiatı kendi hük- müne almak, tabiatı, terbiye etmek, tabiatı düzeltmek, yontmak ve onun anarşik kudretlerini sıkı bir nizam altına sokmaktır. Sanatkârın sınaatçıdan farkı şudur ki, birinin iş âletleri objektif, öbürününkü sübjektiftir. Sınaatçı, tabiatla teknik ve makina arasında bir vasıtadır. Lâkin, sanatkâr hem tabiatın, hem teknik ve makinanın bizzat kendisidir. Ruhunun tarlasından kendi mahsulünü kendi biçer, kendi toplar. Onları, kendi ölçüsile tertip tasnif eder. Kendi bünyesinin muhtelif cihazlarında eleyip öğütür; pişirip işler. Sınaatçı gibi sanatkâr da, mevcut olmak ve vazifesini yapn- bilmek için bir içtimat mubite muhtaçtır. Kendim için yapı- yorum, diyen bir smaatçı tasavvur etmek nederece imkânsızsa, kendim için yazıyorum, diyen bir sanatkârın sözüne inanmak da o derece müşküldür. Sanatkâr, herkesten ziyade, cemiyet ve kalabalık ada- mıdır. Boş bir sal önünde Hamlet'in tiradlarını okuyan aktöre hakıki bir deli nazarile bakmamak mümkün müdür? Sanatkârın yegâne gayesi, gıdası, mükâfatı halkın alkışı-yani, kabul ve tasdikıdır. & Halk, neyi kabul ve tasdik eder? Yalnız kollektif olan duyguları, heyecanları... Filân veya filânın, cılız bir saz üstünde mırıldandığı bir tıkım şahsi ve hususi neşvelerden, hırslardan, öfke veya ıstıraplar- dan; filân kadınla filân erkek araşında geçen gönül mace- ralariından ona ne? 8 Edebi mahsulâtın anası aşktır. Fakat, aşk, edebiyat değildir.