KÖŞEDEN "Six o'cloek, Sir!" ys Olimpiyatlarına doksanın üstünde bir ekipte katıl- ıştık ama, ikibuçuk adama bir idareci odüşmemişti. Onun için ben, organizasyon komitesinin, Londranın en lüks otellerinden birinde bana ayırdığı yerde değil, ço- cuklarla beraber, Uxbridge'deki kampta kalmıştım. Ko- mitelerle ve resmi makamlarla temas vazifesini de. şe- hirde ikamet edecek olan B. Felek arkadaşımız üstüne almış ve bu görevi, şahsiyeti ve bilgisiyle pek güzel ba- şarmıştı. Uxbridge Londraya hayli uzaktı. O zehir gibi giden metrolarla bile bir saatte filan ancak varırdık. Kampı- mız kasabanın dışında, son derece bakımlı, tipik bir in- giliz parkının içersinde inşa edilmiş bir kışlada kurul- muştu. Kışla deyince, aklınıza bizim Selimiye gelmesin. Bu kışla, o güzelim yeşillikler arasında, spor sahaları, oyun, lokanta, eğlence lokalleri, ayrı pavyonlar halinde- ki irili ufaklı kırmızı tuğla binalariyle küçük çapta bir “bahçeli şehir"di ve yabancı ekiplere tahsis edilenlerin en güzeli, hatta lüksü idi. İngilizler itibar edip, bizi ame- rikanlarla beraber orada misafir etmişlerdi. Bana bin türlü özür dileyerek gösterdikleri iki odalı daire, herhal- de yüksek rütbeli subayların kaldıkları, iki katlı bir bi- nada idi. Koyu nefti duvarları, beyaz boyalı demir kar- yolan, sade, rahat eşyaları ve kırmızı tuğla şöminesi ile bu iki odayı acı-tatlı bütün hatıraları ile hâlâ görür gi- biyim. Güreş, eskrim ve bizim iştirak etmediğimiz şaton sporlarının müsabakaları, resmi ziyafetler ve toplantılar çoğu zaman geceleri yapılırdı ve ben kampa gece ya- rısndan evvel dönemezdim. O saatten sonra da vazife- liler toplanır, saat ikiye, üçe kadar ,olup bitenleri göz- den geçirir, gelecek günlerin işlerini tasarlar, dertleşir- dik. Uykuya ne kadar ihtiyacım olursa olsun, saat altı- da biri gelir: "Six o'clock sir!" diye kapımı vurur ve ben kalkıp, teşekkür ederim, günaydın!" demeden git- mezdi. Ben bir süre, bunu usül sanıp katlanmıştım. An- cak, günler geçip yorgunluk arttıkça, bu, sabah ezanında uyanma mecburiyeti bana koymaya başlamıştı. (o Arka- daşlara dert yandım. İngilizleri tanıyan biri, bir çare sa- lık verdi: "Kapıya, lütfen rahatsız etmeyin' diye yazar, asarız, uyandırmazlar," dedi! Ertesi ve daha ertesi sabah Nailinin o güzelim el ya- zısı levhaya rağmen gene "Six o'clock, Sir" ler devam et- ti. İşi B. Felek e açtım. Felek, "Öleceksin; Şu renge bak. Ben anlarım" dedi ve bilim pavyonun daha kapısından girerken durumu aydınlattı. Kapıda bir siyah tahta vardı. üzerinde de erken uyandınlacakların isimleri ve saatler yazılıydı.Nasıl olmuşsa, ilk günlerde saat 6'ya beni ile yazmışlardı. Hemen sildik.. Gel gör ki çilem duyulmuş, işe muzip arkadaşlar el koymuşlardı. Uzun bir sabah uy- kusunun hayaliyle girdiğim yatağımdan ertesi gün son derece nâzik bir "Sis o'clock, Sir!" le uyandım. Ri sohbetinde anlattım; İngiltere Kralı kafile baş- ariyle bazı sporcuları kabul edecekti. Ben de bu merasime, yanıma aldığım dört dünya şampiyonu ile sil- miştim. Bizi önce sarayın geniş salonlarından birinde AKİS/34 Vildan Aşir SAVAŞIR toplamışlardı. Çocukları bir köşeye çekmiş, onlara edep erkân öğretiyor, bir yandan da salonun nadide eşyası hakkında aklım erdiği kadar bilgi veriyordum. Çocuklar yorgundular. C. Atik de ayrıca barsaklarını bozmuş sı- kıntısı vardı. Bir ara bana, arkamdaki vazoyu göstere» rek — Bey. bu vazo çok para eder mi? diye sordu. Vazo tavana kadar yükseleni nefis bir çin porseleni idi. "— Çocuk musun Celâl!" dedim. — Sen onu geç, bey! Benim aklım ve gözüm su kü- çükte.." Gösterdiği, alçak bir tabure üstünde ağızlı bir çini idi... Celâli ve vazoyu kurtarmak güç olmadı. Yüz kilometre bisiklet yarışı Vindsor Şatosunun Par- kında yapılacaktı. Soğuk, yağmurlu bir Londra sabahı çocuklarla beraber otobüsle yola çıktık. Şato bir tepe- nin üzerinde idi. Farka vardığımızda yağmur devam edi- yor ve buz gibi bir rüzgâr esiyordu. Çocuklar son derece helecanlı idiler. So; a çadırında ister helecandan, ister soğuktan - tir tir titriyorlardı. Diğer ekipler de biz- den farksızdılar. e Çadır, soyunanı, malzemesini gözden geçireni, mesaj alam, talimat vereni, âvâre dolaşıp boy göstereni ile tipik bir müsabaka havası içinde idi. Va- zifeli arkadaşa sordum: "— Çocukların çıplak yerlerini yağlamak lâzım, ne- rede çantanız?" 'kadaşımızın derhal, meşhur "tik"leri arttı. Durum açıktı, münakaşanın da faydası yoktu. Çadır komşumuz, isveçlilerdi. Antrenörleri kollan sıvamış, çocukları hem yağlıyor, hem masajlarını yayıyordu. a ceketimi çıkardım, kolları sıvayıp, bu adama gittim " Merhaba arkadaş! Ben unutmuşum, başım der- de girer şimdi, azıcık yağ versene" dedim — Al! Sen bunlarla mı çalışırsın?" dedi. "— Evet.." dedim. "— Çok senedir mi berabersin? Belli; bak, dilin bile çalmaya başlamış!" Ben kan-ter içinde ve büyük bir hazla çocukların ma- sajlarım yaparken, rahmetli Ömer Besim geldi. Yanında. başına geniş kenarlı şapka giymiş, garip kıyafetli bir adam vardı. Ömer Besim: "— Bey, bu adam sizin Kral sarayında masörleri mi temsil eder? Ben bu adamı sarayda gördüm diyor. Ne diyeyim?" dedi. "— İlâhi Besim, sırası mı şimdi? Bir şey uydur" de- dim. Az sonra Besim geldi : — Söyledim. Adam resim çekmek istiyor" dedi. "— Ne dedin, Besim?" — Bizireisler temsil eder. Ama, icabedince bu işi de iftiharla yaparlar, dedim" dedi. Nur içinde yatsın! Verdiği cevaptan ne kadar mağ- rurdu. Sonra, yememiş içmemiş, bunu hemen gazetesine de yazmıştı... duran, geniş