lenlerle boy ölçüşebilecek seviyede dekorlar yapmış an. Alman deko- ratör Ulrich amra vardı. "Kral Lear" için yeni, gösterişli dekor ve kostümler çizdi, bunları kendi kont- rolü altında da gerçekleştirdi. Cü- neyt Gökçer de "Cadı Kazanı" kad- rosundaki arkadaşlarından güvendik- lerine, tecrübelilerine en önemli rol- leri, geçlere de daha az onemlılerını dağıttı. İki aya yakın süren prova- larda meydana koyacağı "Kral Le- ar'in sahnelerimizde oynanmış olan eski "Kral Lear"lerden geri kalır bir tarafı olmıyacağma emin olduk- tan sonra da temsillere başlandı. Netice gerçekten de kütü olmadı. Cüneyt Gökçer yanlış düşünmemişti. Yeni "Kral Lear" temsillerini eski- lerden geri bulmak imkansızdı. Reji, dekor, kostüm ve oyun olarak on yıl önce İstanbul Şehir Tiyatrosunda Hadi Hünün oynadığı "Kral Lear* tem'sillerine kıyasla üstün bir netice bile elde etmişti. Böyle olduğu halde başarı derecesi "Cadı Kazanı'ndâki kadar parlak değildi. Çünkü Cüneyt Gökçer bir noktayı hesaba katma- mıştı: Lear gibi bütün eser boyunca sahneden eksik olmayan muazzam bir rolün altında ezilmemek, aynı zamanda reji ile uğraşmak mecburi- yeti öteki rolleri oynıyan sanatçılar- la inceden inceye meşgul olmasına vakit ve mkan bırakamazdı e bı- rakmamıştı da. Bu yüzden afını alan irili ufaklı sanatçılar rollerine layıkıyla giremediler. Haklı sahne tecrübesi olanlardan bazıları hile tu- tuk, cansız bır oyun çıkardılar. Me- selâ Corn Albany ve Edgar gibi önemli rollerde Asuman Korad, Ek- disinden beklendiği kadar belirteme- di, teatral kaldı. Ya Cordelia rolünde Gülgün Kutlunun cansızlığına, tutuk- luğuna ne demeliydi? "Hatıra Def- terının küçük kahramanı olağanüs- ü bir başarı ile canlandırılmış ola bu körpe istidat, jisör kendisiy daha yakından meşgul olabılseydı, elbette o güzel rolde bir varlık gös- terebilirdi. Bereket versin Lear'de Cüneyt Gökçer, Gloster'de Şahap Akalın, Kent'de Nuri — Altınok, Edmond'da Semih Sergen. Soytarıda Ertuğrul İlgin bütün imkânlarını kullanarak, canlı, duygulu, inandırıcı kompozıs- 'da Beyhan Gönenç taze ve ateşli istidadı ile arkadaşla- rının aksayan taraflarını unutturma- yı başardılar, temsili de kurtarmış oldular "Kral Lear**in yeni temsilini! bu- gün Devlet Tiyatrosunun ssnat çalış- malarını yürütmekte olan genç sa- natçı kuşağının, gene de bir başarısı sayıyoruz. Shakespeare'in en iç eserlerinden birini sahneye koydular ve oynadılar. Bu sahneye koyuş ve oynayışta bir üslüp bütünlüğü he- nüz kendini kuvvetle' düyuramamışsa Dünu iki karpuzun — -reji ile baş ro- lün- bir koltuğa sıkıştırılmış olma- sında aramak ve bu tecrübeyi de da- ima hatırlamak yerinde olur. 28 Tiyatromuzun Meseleleri: Fikre Susamışlardı Refik ERDURAN urdumuzun tiyatro çevrelerindeki müthiş fikir merakının, bu yol- Y da batı memleketlerini fersah fersah geride bıraktığımızın farkın- da mısınız? Ben farkında degı dim de geçenlerde Denizlide karşılaşı- lan bir olay gözümü açtı, göğsümü kabarttı. Anlatayım da siz de sevinin. Efendim, Denizliye bir operet trupu gelmiş. Temsil verilirken se- yircilerin arasından bir dişçi kalkıp itiraz etmiş; "Fikir isteriz, fikir!" diye bağırmış. Sahnedeki baş artist buna fena halde sınırlenmış, "Ba- na bale, ben yirmi yıllık fikir aktörüyüm!" karşılığını vermiş ve tem- sil sürekli yuha seslerinin yarattığı elektrikli hava içinde başarıyla devam etmiş! Düşünüyorum da, operet oyuncularının bile fikir aktörü oldukları bir memleketin tiyatrosunun kısa zamanda yalnız fikir yazarlarına, fikir rejisörlerine filân değil, fikir dekorcularına, fikir kostümcülerine, fikir elektrikçilerine ve hattâ fikir perdecilerine kavuşmasını beklemek aşırt iyimserlik sayılmaz. Bir de batının yürekler acısı ge- riliğini düşünün! Orada tiyatro nazarıyecılerının ve tenkidçilerinin en büyükleri dünya sahnelerinin Ibsen'le başlayan "tez" merakı yüzün- den çıkmaza girdiğini, bu çeşit fikir yazarlığının edebiyattan ziyade gazeteciliğe yakın olduğunun o tezlerin beş on senede eskiyip can sı- kıcı yaveler haline gelmesiyle meydana çıkmış bulunduguna, tiyatro- nun didaktik havadan sıyrılıp yine Shakespeare'in "bir tema üstün- de orkestrasyon" usulüne dönmesi gerektiğini yazarlar. Orada üni- versitelerin tiyatro kurslarında piyeslerin fikir değil, hayata — karşı belırlı bir tavır aksettirmesi lâzım geldiğini öğretirler. Orada Arthur Miller gibi en ciddi eserleri verenler bile bir fikrin izahının herşeyden önce heyecansız bir havaya ihtiyaç gösterdiğini, insanları kütle ha- linde heyecanlandırmağı gaye edinen tiyatronun ise bu iş için en el- verişsiz vasıta olduğunu, ancak tiyatroya anlamıyanların piyeslerde fikir hafriyatına gırışeceklerını yazar. Ve yine meselâ Arthur Miller- in piyeslerinin oynandığı New York şehrinde bu çeşit geri kafalılık maalesef pek yaygın oldugu dan oranın tiyatro seyircileri "tiyatro- dan anlamayan çoğunluk" ve "tiyatrodan anlayan azınlık" diye ikiye ayrılmazlar. Orada sahne eserlerinin başarı olçusu halkın tutumudur: uzun zaman afişte kalabilen piyeslere ' hıt -yani başarılı eser-, kala- mayanlara da "flop" -yani fiyasko- deni Bizim tenkidçilerden bazıları da batı ile aramızdaki bu seviye farkım bıldıklerınden yabancıların piyesleriyle — kendi pıyeslerımızı ele alırken ayrı ölçüler kullanmağı ıhmal etmıyorlar gerek resmi, gerek hususi tıyatrolarımızda oyna ko . âşık skara- lıkları üstünde kurulmuş Fransız komedılerının karşısında kapıtulas- yonlar devrinin Osmanlı memurlarına taş çıkartacak bir misafirper- verlik gösterdikten sonra yerli piyeslerin önüne "Hani bunun fikri?" dıye bütün heybetlerıyle dikiliyorlar. Tabii herkesten kendi beyin hac- mi nisbetinde iri fikir beklenebılecegınd davranışın Türk oyun yazarlarının kafataslarına en büyük bir ıltıfat teşkil ettiği meydan- dadır. Hele kendileri de yazar olan tenkidçilerimiz ilk meslekleri için zor olçuler kabullenmek pahasına bu davranışa katılınca durum büs- bütün gogus kabartıcı oluyor. mdi, böyle geniş ve ısrarlı bir talep karşısında bütün yazarla- rımıza duşen vazife herşeyden önce tiyatrodan anlayan azınlığın gö- için eserlerini bir yandan kurşun ağırlığından — felsefi tahlıllerle doldururken bir yandan da -bilhassa komedilerinde- kim- nin gözünün yaşma bakmadan sosyal meselelerimizi büyük bir atak- lıkla ele alıp hicvedilecek tipler veya zümreleri yerden yere vurmak- tır. Tabii, her yapılmağa değer işte olduğu gibi, bu yolda bazı engel- lerle karşılaşacaklardır. İkisini sayalım 1. Ciddi eserleri oynanmayacaktır -nıtekım bir telif eserin yaza-' rina "İstese edebiyat tarihine geçebilecek bu genç neden ciddi şeyler yazmıyor?" diye iltifat eden bir değerli profesörümüz aynı yazarın gayet ciddi bir piyesini oynatmayan edebi kurulun en hatırı saydır üyesidir!- 2. Yerden yere vurmak değil ya, parmağının ucayla dokunmağa kalktığı tip veya zümreler derhal kendisini pestile çevirmek isteye- ceklerdir -ilk şartının hazımlılık olduğu bir mesleğe mensup bazı a- vukatiarın geçenlerde çıkardıkları mesele de buna yeter delildir her- halde-. Ama böyle bahanelerı ileri sürerek vazifeden kaçmak ısteyecek oyun yazarlarımız olursa o bedbahtlara da şunları hatırlatı 1. Piyesleriniz oynan as da olur. Patlamıyorsunuz ya' 2. Heryerde piyes yazılabilir: hapishanede bile. AKİS, 7 ŞUBAT 1959