masa geçilebiliyordu. Tek başına sür- dürülen umutsuz mücadele dönemi geride kalmıştı artık. Ben tek başı- nayken bilgisayarımın bana karşı bir yığın şey yapabilme hakkını görmüş- tü kendinde. Dostlarımın sayısının olağanüstü artmış olduğu ve beni ta- nıyanların toplam olarak kaç kişiden oluştuğunu kesine yakın tahmini bir rakamla belirlemenin artık mümkün olmadığı şu günlerde ise bilgisayarım çok uysallaşmıştı. Bilgisayarım şimdi ancak arasıra renklerinden birini devre dışı bırak- makta ya da sesini boğuklaştırmak- tadır. Ama başlangıç dönemindeki küstahlıklarına kıyasla onunla aram- daki egemenlik ilişkileri artık açık- seçik rayına oturmuş bulunuyor. Ben komut veriyorum, o ise uyguluyor-ya da uygulamıyor. Fakat onu bu ufak tefek iğneleyici tavırlardan da vazge- çiriyorum, çünkü bu konuda maki- neler için bile tehlikeli olabilecek araçlar kullanıyorum: Bilgisayarım rekabet olgusuyla karşı karşıya gel— miş durumda. Onu kızdırmak için kendime “yeni” bir bilgisayar (MS- DOS, 80-çizim monitörü, sabit disk... vb.) kiraladım ve bunu bilgi- sayarımın görebileceği bir yere yerleş- tirdim. Şimdi odaya girdiğimde ken- di bilgisayarımın tuşlarının nasıl tit- rediğini tam olarak görebiliyor ve onun kafasından şu düşüncelerin geç- tiğini okuyabiliyorum: “Acaba bu- gün beni mi programlayacak yoksa ötekini mi yeğleyecek?”” Tabii ben kinci bir insan olduğumdan ““yeni''- nin başına geçiyorum ve oyunu da- ha da ileri götürmek için kendi bilgi- sayarımı gene de'devreye sokuyorum ve onu hesap makinesi olarak- ha! ha!- kullanıyorum. İtiraf edeyim ki, geçen ay bu tav- rımdan bir dönüş yapmak zorunda kaldım. 5000 Mark'lık bu “aristok- ratik”' bilgisayara doğrusu artık kat- lanamaz olmuştum. Gerçi hızlıydı, ama cansıkıcıydı da. Sevgili ““Kom- püm”'le yeniden satranç oynamaya başladım, bilgisayarım olağanüstüy- dü. Tuşlar unutamadığım bir duyar- lhılıkla boyun eğiyordu, görüntü ise açık ve pürüzsüzdü. Bir komutun ve- rilmesiyle yerine getirilmesi bir olu- yordu. Mutluydum. Bilgisayarım da mutluydu, çünkü geçmışte kıskaııç— lıktan epey acı çekmişti. Artık her şey unutulmuş, bağışlanmıştı. “Yem”yı tekrar geri vermeye söz verdim ve bil- gisayarımın her gözeneği bana ebedi aşk yemininde bulunuyormuş gibi bir duyguya kapıldım. Akşamın geri ka- lan bölümünün nasıl seyrettiğini ise izninizle ifşa etmeliyim. Ancak şunu açıklamakla yetinelim ki, unutulmaz bir şölen olmuştu bu... Daha önce de işaret ettiğim gibi, bilgisayarlar ilişki kurma araçları ara- sında en iyi olanlarından biridir. Eğer sizler de bir kez bizzat denemiş ise- niz, ortaklaşa programlama yapma- nın ve değişik bilgisayar tiplerine iliş- kin avantajlar konusunda saatlerce söyleşide bulunmanın gerçekten ya- rarlı olduğunu söylerken bana hak vereceksiniz. Cansıkıntısı duygusu da bu durumda bütünüyle ortadan kalk- mış olmaktadır. Geçenlerde telefo- num bozulduğunda, sürekli olarak o denli tuhaf bir ““ses”” duymaya baş- lamıştım ki, bunu -daha sonra anla- şıldığı üzere- “sessizliğin sesi”' tanı- mıyla ifade etmek mümkündü. Ney- se ki, bu acınılacak durumun üstesin- den ancak olaya dostlarımın kişisel ziyaretlerle etkin bir biçimde el atma- sıyla gelebildim. Şimdi, içinde bulun- duğum mekanda en azından başka beş kişi daha yoksa, evim boşmuş gi- bi geliyor bana. Sa uyanıp dostları şevkle ““Kompü”'mün başın- da çalışır bulmak da güzel bir duy- gu. Evvelki gün bilgisayarın etrafın- da oluşan akşam şenliği sırasında, ek- ranın camında bana tanıdık gelen bir yüzün yansısı gözüme ilişti. Bir an düşündükten sonra, arkamda duran ve tam o sırada bir dostumla yazıcı (printer) üstüne teknik bir söyleyişe dalan kişinin kim olduğunu anladım: Karımdı bu. “*Kompü”'ye ve bana ge- ri dönmüştü karım. Karımın babası da bu arada bir bilgisayar satın almış- tı. Karım bana bir iyi niyet gösterisi olarak, telefonla veri aktarımına ya- rayan bir akustik-koppler hediye et- ti. Her şey yeniden günlük güneşlik olmuştu, ta ki günün birinde iki fe- lâket birden üzerime çökünceye ka- dar... Felâketlerin ilki, posta idare- sinden yollandığı açıkça anlaşılan mavi bir mektup şeklinde gelmişti; te- lefon faturamı içeren bir mektuptu bu. Burada size fatura tutarını söy- leyecek cesareti kendimde bulamıyo- rum, ama şu kadarını ifade edeyim ki, şimdiden itibaren bir posta memu- ru, maaşını yalnızca benden almış placaktır. İkinci felâkete yol açan ise bu arada benim için vazgeçilmez bir varlığa bürünen Floppy olmuştu. Floppy kanımca hastaydı ya da en azından “Kompü”'”'ye ve bana veri sağlama konusunda katı biçimde di- renen bir tutum ıçındeydı. Ayrıca da, eğer bir disket onun içine çok büyük bir özenle sürülmemişse bu disketi ar- tık geri vermek istemiyordu. Bu ko- nuda ikna edici hiç bir güzel sözün, hiç bir ricanın yararı olmuyordu ve vahşice bir zorbalıktan başka hiç bir şey para etmiyordu. Bunun üstesin- den ilkin sadece ellerimi kullanarak gelmeyi denedim. Daha sonra (işaret parmağımın klâpeden çıkarılması için yapılan tıbbi bir operasyonun ardın- dan) eskisine kıyasla epey zorluk çı- karan yöntemlere geçtim. Bir kerpe- teni arkamda saklayarak Floppy'ye yaklaşıyor ve kerpeteni ancak en son anda çıkarıyordum. Bununla elde edebildiğim tek şey ise protesto gös- tergesi olarak ortaya çıkan alaylı bir parıltı oluyordu (el kitabında bu, yanlış olarak işlev göstergesi diye ta- nıtılmıştı). İçimde belli bir öfkenın kabarmaya başladığını, Floppy'nin ve “Kompü”'nün üzerine saldırdığı- mı saklamıyacağım. Bundan sonra neler olup bittiğini ise artık tam ola- rak bilemiyorum. Ama onarım atöl- yesinden gelen montaj yetkilisi aygıt- ların durumunu gördüğünde gözleri yaşarmıştı adamın. Karımı ve beni “Kompü”'”'müzle ilgili olarak hafta- larca sürecek bir ayrılık bekliyordu. Sonunda **O”nu tekrar alıp getirebi- leceğim gün geldi; bilgisayar, karım ve ben şimdi yine gerçek bir aile ol- muştuk.