Haftanın İçinden Rejimin Demokratik sistemle yurt idaresinde güçlük çekmeye başladığımızdan bu yana, zaman zaman karamsar- lık içine düşen çok aydınlarımız bir temel noktayı hep unutmuşlardır. Böyle aydınlarımız, iyi işlemeyen rejimi bizim için bir ihtiyaç değil, bir lüks saymışlar ve bunu İsmet İnönünün bir kaprisi veya manisi gibi görmeye kadar gitmişlerdir. Çetin bir devrede bulunduğumuz şu günle, de bu inancın belirtilerini Türk aydınlarının krema- sını teşkil eden bazı kalemlerin satırları içinde gene sez- memek mümkün değil. Nadir Nadi hocam, kendi icadı bir "Soyut Demokrasi" tâbirinin kalkanı arkasında de- mokratik sistemin devrimlerimizle bağdaşamayacağı te- zini savunuyor ve "Peki, ne yapalım?" sualini müzikle siyaset felsefesi arasında biraz kolay bir paralel kura» rak "Yoo.. Ben müzik tenkitçisiyim, orkestra şefi deği- lim!" diye geçiştiriyor. Nadir Nadi hocamın, kendi fik- rinde olduğunu söyleyip şahit gösterdiği Falih Rıfkı üs- tadımız pek kaba bir aydın oligarşisinin hararetli taraf- tandır. Diğer şahit Çetin Altan dostum, bir kuyruklu yıldızın bütün hususiyetlerini taşıyan sevimli tabiatıyla ne kadar çıkış yaparsa yapsın, sanırım, İhtilâlden he- men sonraki tavsiyelerinin toplumumuz içinde ancak 14'ler tarzında bir tezahürü olabileceğini anladığından, temelde, otoriter bir sistemin bu millete bahtiyarlık ge- tireceğini pek kestirmemektedir. Kapıldıkları çarka sağ- duyularını bırakmış görünen iki eski ve değerli AKİS'ci, Doğan Avcıoğlu ile ile Mümtaz Soysal, İnönünün gayret- lerini bir tek adamın "belki tuttururum" ümidiyle göle maya atışına benzetmektedirler. Halbuki mesele, kökle- ri çok derinde ve bütün diğer dâvalarımızın önemi üs- tünde bir temel siyaset görüşüdür. Siyasi fikirlerin tarihinde, "Otoritenin Menşei" dai- ma ilgi çekici bir konu teşkil etmiştir. ki yunanın Aristo veya Eflatun gibi filozoflarından modern çağla- na eşiğindeki Rndin'lere, Hobbes'lara, nihayet Fransız ihtilâlinin doktrincilerine ve meşhur Marx'a bu mesele- nin üzerine hemen herkes dikkatle eğilmiştir. Otoriteyi herkes, zemine ve zamana göre bir değişik menşeye baş- lamışsa da, devletlerde bunun lüzumunu hiç kimse gör- memezlikten gelememiştir. Türkiye 1945'e kadar, otoritesi bir şahıs tarafından temsil edilen otoriter bir rejimle idare edilmiştir. Padi- şahlık müessesesi lağvedildikten sonra bu otoriteyi ev- velâ Atatürk, sonra İnönü temsil etmişlerdir. Atatürk ve İnönünün otoritelerinin menşei, memleketi kurtaran kılıçlarıdır. Her ikisi de, harp sahalarının muzaffer ku- mandanları olarak siyaset hayatına girmişlerdir. Atatürk İranda Rıza Sabin çok daha az kuvvetli ' durumdayken yaptığı gibi hanedanlık idaresine sapabilir ve otoritenin devr-i teslimi için o yolu seçebilirdi. İstiklâl Harbinden sonraki rejimin temel felsefesi bu olmamıştır. Atatürk bir Cumhuriyet İdaresinin otoriter başkanı olmuş, onu İnönü takip etmiştir. Otoritenin ilk intikalinde bir büyük güçlük çıkmamıştır, zira Atatürkten sonra otoritesinin menşei aynı bir ikinci adam bulunmuştur. Ama sistem hep, Maurice Duverger'nin gayet iyi belirttiği gibi, oto- AKİS, 18 HAZİRAN 1962 Felsefesi Metin TOKER ritenin menşei halk hakimiyeti olacak bir rejime çevrik kalmıştır. Türkiye aslında, İnönünün veraseti meselesiyle 1945'te karşılaşmıştır. İnönü kendisinin, otoritesi vatanı kurtar- mış kılıcının ucunda şahsiyet tipinin sonuncusu olduğu- nu görmüştür. Kendisinden sonra işbaşına geleceklerin otoritesine bir menşe bulunmadığı takdirde memleketin tarifsiz karışıldıklar içinde kalacağını, bütün devrimle- rin, hatta devletin ta kendisinin yıkılabileceğini sezmiş- tir, Napolyonun imparatorluğunu, otoritenin devr-i tes- lim edilmesindeki imkânsızlık parçalamıştır. 1945'de İnönü, kendisini bir yol ağzında bulmuştur. Halefleri otoritelerini ya bir tok partinin hegemonyasın- dan alacaklardır, ya da demokratik sistemden.. İnönü, bir yandan İkinci Dünya Harbinin getirdiği fikirler, di- ğer taraftan Türk milletinin vasıl olduğu seviye bakı- mından birinci şıkkı anakronik bulmuştur. Bir otorite- nin, devrimlerin ve devletin devamlılığını sağlıyacak oto- ritenin ancak ikinci şekille sağlanacağına, ancak ken- disinden sonra milletin serbest oyuyla kurulmuş bir İk- tidarın otoritesinin münakaşa olunmayacağına inanmış- tır. Bundan başka, her yolun, iktidarları -ve memleketi- felakete götüreceğine kani olmuştur. 1950'deki otorite devr-i teslimi, İnönünün temel gö- rüşünün doğruluğunun birinci parlak delilidir. 1950 İk- tidarı, karşısında her demokratik sistemin tabli parçası olan bir Muhalefet bulmuştur. Ama başında, bırakınız memleketi, kendi partisi içinde üçüncü, batta dördüncü adam, Adnan Menderes bulunan yeni iktidarın otoritesi ne millet, ne ordu, ne gençlik, ne basın tarafından mü- nakaşa olunmuştur. Bu otorite, demokratik her İktidar değişikliğinde olduğu gibi, bir fili durum halinde kayıt- an ve şartsız kabul edilmiş, devlet en ufak sarsıntı ge- çirmemiştir. .Otorite, demokraside tabii menşeini bul- muştur. 1960 İhtilâli, on yıl şahsı etrafında, tâ evliyalığımı ve peygamberliğine kadar, milletin geri kütleleri üze- rinde propaganda yaptırttığı için otoritesinin menşeini bir parti ve çevre hegemonyasından alabileceğini, Türk milletinin bu çeşit bir otoriteyi kabul edebileceğini sa- nan bir adama karşı yapılmıştır. Bu, İnönünün temel görüşünün doğruluğunun ikinci parlak delilidir. u anda İnönü, bir üçüncü delili önlemek için hem otoritesi, bugünkü seviyesinde Türk milletinin kabul edebileceği tek menşeden gelen, hem de dönüşü olma- yan bir nehrin üzerinde bulunan Türkiyeyi ilerici, ülkü- cü sosyal hedeflere selametle götürecek bir iktidarı kurmanın çabası içinde bulunuyor. Ya bu iki şart bir arada olacak, yani otoritesinin menşei makbul Parla- mentoda hâdiselerin seviyesinde politikacılar bir ekse- riyet temin ederek memleket mukadderatına sarsıntı- sız el koyacaklar, ya da Türkiye otoritesiz otoritelerin şanslarını birbiri peşine denedikleri talihsiz bir tecrübe tahtası, azgın denizlerin ortasında bir sal durumuna e r şey gösteriyor ki, İnönünün önlemek için son imkânları kullandığı durum bu durumdur.