şinin en altında, yalnızca belirli bir alana atıfta bulunabileceğiniz bir nes- ne dili yer alacaktı. Nesne dilinin ken- di özelliklerine (örneğin gramer ku- rallarına, ya da bu dilde ifade edilen belirli bir cümleye) atıfta bulunmak içinse, bir üÜst-dil'e başvurulacaktı. Yabancı dil öğrenen herkes dilde böy- le iki ayrı düzeyin varlığını hissetmiş- tir. Sonra, üst-dilden sözetmek için bir üst-üst-dil olacaktı, vb. Her cüm- lenin hiyerarşide belirli bir düzeye ait olması şarttı. Dolayısıyla da, herhan- gi bir ifade eldeki düzeylerden hiçbi- rine uymuyorsa, anlamsız addedile- cek ve unutulacaktı. Ama şimdi bizim şu birbirlerine işaret eden iki cümlemizi tahlil etme- ye çalışalım. İlk cümle ikincisinden söz ettiğine göre, daha yüksek bir dü- zeyde bulunması gerekiyor. Ama, ay- nı şekilde, ikinci cümlenin de ilkin- den daha yüksek bir düzeyde bulun- ması lazım. Bu imkânsız olduğuna AOİ2YUDI9DY göre, her iki cümle de “anlamsız”. Daha açık konuşmak gerekirse, katı bir dil hiyerarşisine dayanan bir sis- temde bu tür cümleler kesinlikle ku- rulamaz bile. Ama dil gibi hayatın tümüne nü- fuz eden bir alanda böyle bir hiyerarşi tamamen saçma geliyor. Bir takım şeylerden söz ederken dil hiyerarşisin- de bir aşağı bir yukarı sıçrıyormuş gi- bi görmeyiz kendimizi. “Bu kitapta tipler teorisini eleştiriyorum”'gibi ga- yet basit bir cümle, bu sistemde çifte yasak altındadır. Birincisi, “bu ki- tap”'tan söz etmektedir, ki bunun an- cak bir “üst-kitap”'ta yapılabilmesi gerekir; ikincisi de, ben demektedir, oysa benden söz etmeye hiç mi hiç hakkı yoktur! Bu örnek, tanıdık bir bağlama alındığında tipler teorisinin ne kadar saçma göründüğünü orta- ya koymakta. Paradokslara karşı be- nimsediği çare -her türden kendine- atıfı tamamen yasaklamak- tam bir vur deyince öldürmek vakası sergile- yerek, hiçbir kusuru olmayan bir sü- rü ifadeye anlamsız damgası vuruyor. Bu arada, “anlamsız” sıfatının lin- guistik tipler teorisiyle ilgili tüm tar- tışmalar (mesela, şu okuduğunuz pa- ragraf) için de kullanılması lazım, çünkü belli ki bu tartışmalar düzey- lerden hiçbirinde -ne nesne dilinde, ne üst-dilde, ne üst-üst-dilde, vb.- geçe- mezler. O halde, sırf teoriyi tartışma konusu etmek bile, onu düşünülebi- lecek en ciddi şekilde ihlal etmek ola- caktır! Bu teorilerin, sıradan, günlük dil- le değil, formel dillerle uğraşmak üze- re üretildiği söylenebilir, tabif. Böy- le bir savunu doğru olabilir, ama bu da ancak böyle teorilerin son derece akademik olduğunu ve özel ısmarla- ma sistemlerde ortaya çıkan para- dokslardan gayrısına pek hükümleri- nin geçmediğini gösterir. Üstelik, ne pahasına olursa olsun paradoksları elimine etme çabası, hele son derece yapay formalizmler yaratmayı da ge- rektiriyorsa, tüm ağırlığı donuk bir tutarlılığa vermekte ve hayatı da, ma- tematiği de asıl ilginç kılan dolam- baçlı, tuhaf şeyleri çok hafife almak- tadır. Tutarlılığı korumak tabil ki önemli, ama bunun için uğraşırken kendinizi muazzam çirkin bir teori- nin içinde bulursanız, bir terslik ol- duğunu anlamanız gerekir. İnsanın akıl yürütme yöntemlerini sisteme bağlama konusuna bu yüzyı- lın başında gösterilen yüksek ilgi, iş- te matematiğin temelindeki bu tür so- runlardan kaynaklanmıştır. Bu so- runlar özellikle matematiğin mantı- ğın bir dalından ibaret olduğuna (ya da tersine, mantığın matematiğin bir dalından ibaret olduğuna) yürekten inananları etkiliyordu, ki bunların sa- yısı da hiç az değildi: Nitekim, sırf bu şoru -“Matematikle mantık birbirin- den ayrık mıdir, yoksa aynı mi? ”- bi- le, yoğun tartışmalar doğurmaktaydı. Matematiğin bu şekilde incelenme- sine üst-matematik -ya da, matema- tikle mantık böylesine içiçe girmiş ol- duğuna göre, üst-mantık adı verildi. Üst-matematikçilerin birinci ve en önemli uğraşı, matematiksel akıl yü- rütmenin gerçek doğasını belirlemek-