BAYRAM ARİFESİ Büyük Hiköye: » — ni — Hüsnü ağabeyin israr edecek değil, fazla kıpırdanacak hali yoktu; gözleri kendiliğinden kapanıyordu. Sağlam uzvi- yetinin mukavemeti nisbetinde titredikten sonra, yıkılan ve donmağa başlayan vücudun tekrar harekete gelmesi, adeleleri elbette yormuştu; Hüsnü ağabeyin etlerinin, ke- miklerinin, ek yerlerinin birer çıkık, kırık ezik, çürük gibi sızlayıp sancılandığına, a emindim. e kadın, odaya iki şilte getirdi, Hüsnü ei temiz bir yatak yaptı. ağabeye, eskiden kalma bir mi- safir entarisi bulup giydirmişti. Çay da demlenmişti. Onu yatağa yatırdık; içine bol konyak döktüğüm iki ir ii da sıcak sıcak içirdim. O, arada buğudan ter- leyen yüzünü siliyor ve uzun soluklar alı- yordu. Çayını da içtikten sonra, üstünü örttüm; — Şimdi bir iyi uyu Dedim, odadan çıktım. Evdekilere, maceramız anlattım; me- raktan kurtuldular, Hanife kadın, tü bir, hastanın yat- tığı odaya gidiyor, sobaya odun atıyordu. Biz yemekten kalkmıştık. Hanife kadın dı Hüsnü ağabey için çorba hazırlatmış- tım; çorbasını verdittim, ve temiz çamaşır gönderdim. Çok geçmeden, Hanife kadın, bozuk bir suratla göründü; dargın dargın bakıyordu. — Misafir, çamaşırları istemiyor, dedi. Giymiyeceğe benziyor! Hanife kadın, birşeye sıkıldı mı, yahut akıl erdiremediği birşey karşısında kaldı mı, böyle dargın dargın bakardı. Hüsnü ağabeyin yanına gittim; çamaşır- > Olar, bir iskemlenin üzerinde duruyordu : Ücenirim; giyin de konuşalım, de- din çıktım. © Tekrar odaya çürdiğini vakit o, vücudu ısındıktan, terledikten sonra kendine gel- miş ve eski çelebi, hal aşina tavrını takı- 22 mıvermişti. Beni, görür görmez, li kalkmak ie hemen mani oldum — Yooo... Bozuşur Hüsnü lala Pei bakarkk ellerini uğuşturuyordu. — Mahcup oluyorum. Bir iskemle alarak başucuna oturdum: — Beni dinle Hüsnü ağabey... Bak herkes gibi, ben de sana, Hüsnü ağabey, diyorum. Seninle eski dostuz. ç Gözlerini kaldırdı, bir an gözlerimin içine baktı : — Teveccühünüz... Devam ettim : — Ben, bir adamı, ya severim, yahut sevmem. İkisi ortasını bilmem Hüsnü ağabiy, hafifçe gülümsemişti! — Tıbkı bendeniz gibi... Ben de gülmeğe başlamıştım ; — Gördün mü yal huylarımız da ben- ziyor. Sana, ötedenberi kanım kaynadı, aynı zamanda, sana hürmet ederim. Çünkü, sen, hakikaten hürmet edilecek bir adam- sın. Hüsnü ağabey, bu sefer, yüzüme uzun uzun baktı: — Bırakın, beni bu kadar utandırma” yın. — Hayır, Hüsnü ağabey. Bu akşam, yol- da sana rastlayışım, emin ol ki sadece bir tesadüf değil, ruhtan ruha, kalbden kalbe açılmiş bir yolun tabii bir uğrağıdır. en, bu lâkırdıları, düşünerek, tasar- layarak değil, Hüsnü ağabeyin ne kadar alıngan, buluttan nem kapan insan oldu- gunu bildiğim; onu, şu hasta halinde eve ısındırmak, iyice rahat ettirebilmek için, söylüyordum. nim söyleyiş tarzıma dikkat et miyordu; bakışlarından, duruşundan, onun zihninin bir tek şeye takılmış olduğunu anlıyordum. üsnü ağabey, a dinledikten sonra, çekingen bir sesle u: — Siz, bana, le rasgeldiniz ? — Yolun tam ortasında | Bunu söyledikten sonra durdum. Söy- lediğim sözün, tam bir manasi yoktu. Hangi noktalara göre (tam orta) idi? Hüsnü ağabey, beni sıkıntıdan kurtardı! — Dükkândan çok mu uzaktaydım ? — Epeyce. Bunları niçin soruyorsun? — Çok merak ettim de... — Kendin, sa düşüp kaldığının farkında değil mi Hüsnü bei la zavallılığa geni bile utanmıştı : ükkânı, erken kapayacaktım... Birden dişlerini gıcırdattı : — Müna'iç herifin biri geldi... yapışkan karasinek gibi pis bir herif... Sözden an- lamiyor... Çok canımı sıktı, teresi çok ea- nımı sıktı! Kafasının içindeki karanlıkları dağıtmak istiyen bir silkinişle başını iki yana salladı: — Bu sıkıntı ile yola çıktım. Ne ber- bat tipi idi, değilmi? Soğuk, gözümü yıl- dirmaz ama, insan, önünü göremeyip adım alacağı yeri bilmezse, çok İena sersemle- şiyor... Soğuk çok, bundan korkmam. Yo- lun çukurlarına da pek aldırış etmem; eh, bunca yıldır, ayak alışıklığı var. Fakat durmadan savrulan karlar, soluğu kesiyor- du; boşluğa basar gibi yürümek başımı döndürmeğe başladı; gözlerim karardı, midem bulandı; canımı dişime taktım, dü- şe kalka, sendeleye yuvarlana yürümek is- tedim. Tipi, gittikçe ziyadeleşti, önüme beyaz bir duvar çekiyorlardı sanki... Ben, her adımda bir, bu duvarı yıkmağa, ilerle- meğe çalışıyorum... Fakat yıkılan duvarın arkasında bir duvar meydana çıkıyordu... Duvar, duvar arkasına idi... Rüzgâr, büs- bütün nefesimi tıkıyordu... Nefesim kesil- di... Dizlerim kesildi... Bütün kuvvetim, takatım kesildi... Nereye kadar yürüdüğümü, nerede olduğumu bilmiyordum... Bir boş- luğa yuvarlandığımı biliyorum, o kadar... Yorgun nefes alarak durdu — Şimdi yat, dinlen... Sonra, sabaha konuşuruz, dedim Hüsn iz ağabey, bana, tekrar uzun uzun baktı; — Eğer, dün, beni kurtarmış olsaydı mz, belki bugünkü kadar makbtle geç- mezdi; belki size, bukadar minnettar ol- mazdım. Benim sormayışıma, içimden gülüyor gibiydi: — Merak ettiğiniz halde sormiyorsu- nuz. Dünle bugünün ne farkı var, değil mi? Gözleri, ince a yanan sobanın ateş in dalm — Çok canım e dedim ya, bun- lar, hep: canımın sıkıntısından başıma gel- di. Bu, can sıkıntısı da değil... Nasıl anla- tayım sizel.. Bir tuhaf iç üzüntüsü... sevinç de var... Ama, ümitsiz bir sevinç... Eline bir ciğara tutuşturdum; elleri, üşümekten değil, utancından titriyordu: — Hakikaten mahcup oluyorum; inayet buyurun. Ciğarasını içerken yüzüme bakmıyordu: — Kafam karmakarışık, sinirlerim bo- zuk olduğu için yıkıldım; yoksa ben, kolay yıkılmam, el yumruğunu göğsüne bastırarak in- l — Hiç yıkılmazdım, yıkılmam sanırdım. Gelgelelim, yıktılar beni. . MAHMUD YESARİ - k F a i a