HAFTANİN İÇİNDEN Hiç farkında olmadan... Kn rad Adenauer'in Almanyanın idaresini ele aldığı 1949 yılından iki, ya da üç yıl sonraydı. Türkiyede D.P. İktidara geçmiş ve İsmet Paşa Muhalefet Lideri olmuştu. Alman şamölyesi memleketimize resmi da- vetli olarak gelmişti, İsmet Paşa o sırada İstanbulday- dı. Medeni Adenauer, bir nezaket ziyaretinde bulunmak istedi, iki devlet adamı Taşlıktaki evde on dakika ka- dar görüşeceklerdi. Adenauer bir bucuk saate yakın kaldı. Giderken son derece canlı, memnun, neşeliydi. Almanyadan bahsetmişlerdi. o Şansölye (güçlüklerden, karşılaştığı anlayışsızlıklardan, yolun odikenlerinden, çok az kimsenin kendisine yaldım İdaresini ele aldığı Almanyada kendisine mirası söylemişti. kalan ağır İsmet Paşa ona başka bir Almanyanın manzarasını çizmişti. İçerden değil de, dışardan bakılınca görülen Almanyanın manzarasını.. Belini doğrultmakta, işlerini yoluna koymakta, demokratik sistemi o yerleştirmekte, kuvvet ve itibar, güven kazanmakta olan bir Almanya- nın İsmet Paşa gibi tecrübeli bir devlet adamı tara- fından görülmekte olduğunu anlamak Adenauer'e ce- saret vermişti. İsmet Paşa Şansölyeye hayranlığını ifa- de etmiş, yaptığının çok büyük iş sayıldığını belirtmiş, her türlü ümidin ve iyi alâmetin bulunduğunu bildir- mişti. Adenauer'in sıkıntısının ileriye, yani daha yapıl- ması gereken şeylere bakmaktan geldiğini hatırlatmış, halbuki geriye, yani yapılmış olan şeylere baktığı tak- dirde Almanyanın ne kadar mesafe aldığını oşaşarak göreceğini zikretmişti. Milletlerin (o hayatında bir kaç yılın gözde büyütülecek zaman parçası olmadığını, bir yabancı olduğu için kendisinin Almanyayı daha objek- tif gözle görebildiğini anlatmıştı. Şimdi, İsmet Paşanın Almanya ve onun büyük şan- sölyesi Adenauer hakkındaki teşhisinde aldanmadığı or- taya çıkmıştır. Bugün İsmet Paşa, böyle bir teşhisi Türkiye hak- kında koymak durumunda bulunuyor. Memlekete dı- şardan değil de içerden bakması, şüphesiz bir avantaj değildir. Bazı hususlarda gereği kadar objektif olma- ması da muhtemeldir. Nihayet işlerin başında bulunan bir adamın perspektifinin, kuşbakışı bakan bir kimse- ninki kadar geniş olmasına imkân yoktur. Buna rağ- men devlet hayatında tecrübenin önemi açık şekilde belli oluyor. Zira İsmet Paşayı içerde çok kimse "safça bir iyimserlik" ile itnam eder ve onun istikbale ümidi- ni, güvenini anlamaz, birbuçuk yıl içinde alınan mesa- feyi görmezken yabancı tarafsız müşahitlerin durumu- muz hakkındaki teşhisleri, inanılmaz bir nisbette Baş- bakanın görüşlerine uymaktadır. Memlekete dikkatli bakıldığı takdirde, hâlâ mevcut sayısız güçlük ve derde rağmen çok şeyin de yapıldı- ğını ve ilk iyi ee İn alınmaya başlandığını bizim, içerde yaşayanların da görmememize imkân kalmaya- caktır. Seçimlerden birbuçuk yıl sonra bugün Türkiye bir plâna ve onun kanunlaşmış iç finansman kaynakla- Metin TOKER rına, İşveren ve işçi münasebetlerini batılı ölçüler için- de nizamlayan kanunlara, tarım gelirlerinden a al- ma usulüne sahip, Halkevlerini tekrar ihya etm Bi dusunu Hükümetin etrafında toplamış bir memlekettir. Bir ikinci birbuçuk yıl geçmeden Toprak Reformunun ve ruh itlbariyla Köy Enstitülerinin bunlara katılacağı hususunda iddiaya girecek olanlar (okaybetmeyecekler- dir. Bunlar, gözle görülen maddi vakıalardır. "Olmu- yor, olmuyor, olmuyor.." diye şikâyet ederken, bir de bakıyoruz ki çok şey olmuş. Değişiklik bundan ibaret değildir. Memleketin ha- vasının farklı bulunduğu, meselelerin rahat rahat tar- tışıldığı, görüşüldüğü ortadadır. Ne güzel yazılar oku- yoruz. Ne yazarlar ne fikirler keşfettiler. Ne kahra- manlar kazandık. Ne menkibelerden haberdar olduk. Şimdi, fıkralar şöyle başlıyor; "Hiç kimse, toplumdaki gelir dağılışının adaletsizliği ile meşgul değil. Bir de- mokrasi tutturmuşlar, ama bundan avantacılar fayda- lanıyor. Zira onlar, menfaatleriyle demokrasiyi birbiri- ne uydurmuşlar. Komisyon alarak milyon kazanan var. Müteahhitlik bir soygunculuk. Topluma, demokrasinin icabı olarak bunları söylemek, bunları haber vermek lâzım. Ama, işin o tarafı yasak. İktisattan bahsetti- niz mi, yakanıza yapışıyorlar ve çektirmediklerini bı- rakmıyorlar. Toplum hırsız ve soyguncu dolu, toplu- mu teşkil eden ekseriyet bundan habersiz". Sonra, övün- me faslı geliyor: "Allahtan ki, işte ben varım. Ben za- ten her zaman, böyle kahramandım. Menderes devrinde de aslanlar gibi çarpışırdım da, beni karakola çağırır- lardı. O komiserlerden, polislerden ve bekçilerden çek- tiğimi bir ben bilirim, bir de Allah! Çok şükür, gayre- timizle Türkiye o günleri geride bıraktı. Şimdi, kapita- listlere duman attırıyorum. Evelallah, onları da hakla- yacağım.. Bu, salon sosyalistlerinin edebiyatıdır. Ama, bir edebiyat daha var: "Solculuk aldı yürüdü. Komünistler tamamile azgın haldeler ve zehir saçıyor- lar. Servet düşmanlığı yüzünden insan parasını rahat harcayamıyor. Nedir bu rezalet? Hep, Hükümetin mü- samahası ve zayıflığı yüzünden. Meclis bile, o cephe- nin tesiri altında kalıyor. İşçiler şımartılıyor. Sermaye ürkek ve çekingen. O sesini duyurmaya kalkışsa, he- men satılmış olduğunu söylüyorlar. Türkiyede en zor iş, artık zenginlik. Sanki, bütün zenginler hırsız. Bizi tutan ne bir parti, ne bir teşekkül, ne bir gazete var. Bir gün komünistler hepimizi kesecekler!" Bu da, "avantacılık" devrinin kapanmış olması, ar- tık her şeyin toplum Önünde tartışılmaya başlanması karşısında gazabını ifade eden vurguncunun edebiyatı. Halbuki Türkiye, dışardan gelip de halimize bakan- ların ifadesine göre, bu iki ucun arasındaki yolda bir güzel hedefe doğru ilerliyor. Şikâyet olmasa, tekâmül olur muydu? Yapılacak daha bin şeyimiz olduğunda mutabık olmamız lâzım. Ama, bir şeylerin yapılmış ol- duğunu da hesaplarımıza katarsak teşhislerimiz kuvvet kazanacak ve işlerimiz daha kolaylaşacaktır. AKİS/7