ağladığını işittim mi, son dereö# üzülüyordum. Nevzadım dünyaya gelir gel- mez, o bitkin ve ağır halimde bile doktora ilk sorduğum sual şu ol. muş : — Doktorcuğum, Ayağında bü- tün parmakları tamam mı? Kim bilir bu neden icabetmiş. Belki yürümek mecburiyetinde ol- duğu içindir. Onun çok kısa bir zamanda yürüyeceğini hiç tahmin etmemiştim. Bu mes'ud doğumdan hiç kimse haberdar edilmedi. Çün- kü çocuğu sahibi bendim. Onu, Bernandet kucağına alarak kato- lik kilisesine götürmüş ve büyük bir mahremidet içerisinde vaftiz. ettirmişti. Hayatı ben ve hemşire Frida ile kaimdi. hususiyetimize girenler ise, doktur Schoop, eş, iki çocukları ile Çarf ismindeki kö- pekleri idi, Bu köpek ,o kadar 26- kiydi ki, kısa bir zamanda, Alman- ca anladığı kadar İtalyanca söyle- diklerimizi de anlamağa başlamıştı. Kış gelince, bütün vaktimi, yav- rumu emzirmekle geçirdim. Onun ilk yürümesini zevkle seyrediyor, çift katlı camların arkasından lâpa lâpa yağan bayaz kara bakmakla müteselli oluyordum. Meme verir- ken, elleri göğsüme dokundukça tatlı bir hararet hissediyordum. Artık, vatan dausaılasını da unut- muş gibiydim. İçimden bana öyle geliyordu ki, dünyanın neresine gitsem, o toprak benim öz topra- ğım olacaktı. Birinçi baharını doldurup, yü- rümeğe başlayınca, Milânodaki mürebbim Giovanni Pardi'yi Zu- rieh'e çağırdım, Çocuğu ona gös: terdim. Ağlamağa başladı, Kendi- sine, gayet açık bir lisanla, çocu- gum on sekiz yaşına gelinciye ka- dar Mllânoya dönemiyceğimi söy- ledim. — Kime benziyor f dedim. — Güzel şnnesine ! dedi. Mürebbim benimle bir ay ka- dar kaldı. Aulo için âdeta çıldırı- yordu. Derhal Dolder tepesinde güzel bir villânın pazarlığna giriş» tim. Ve burasını satın aldıktan sonra ismini «Casa Meter» yani « Mader evi» Okoydum. İmkânı olduğu kadar sâde eşyalarla tezyin ettirdim, Hemşire Frida da, villâyı pansiyon halinde kiralıyarak benim yanıma geldi. Bir müddet sonra öğrendim ki, mürebbim Pardi İtalyadeki dost- larıma benim, dış memlekatlerden birinde bir yabancı ile tehil etti. gimi söylemiş, Çok güzel bir çocuğa kavuş muştum. Bir melekten farkı yokta. omuzlarina, boynuna, cildinin ren gine dikkat ediyordum. Bilhassa, ellerinin hareketi çok hoşuma gi- diyordu. Profilden bakışı, ağzı ve alnı sanki çok meşhur bir heykel- tıraşın elinden çıkmıştı. Her uzvu benim mahsulüm olduğunu isbat ediyordu. Ufaktı; fakat büyük bir insan gibi konuşuyordu. Lâkin o ane kadar gördüğüm çocuklardaki gür- büzlükten mahrumdu. Sanki ev- velce yaşamış, tekrar dünyaya gelmiş bir kimse idi buf,, Onun yaşında olan çocuklara bazan bir kitap, bir elbise verildi mi sevin- cinden gözleri parlıyordu. Onu daima o parlaklıkla görmek isti- yordum. Artık okuma çağınada gelmişti. Herşeyi kolaylıkla kav- rayordu. Dahn şimdiden İtalyan- ca, Almanca ve Fransızçayı ko- nuşuyordu. Ben ise onun, ufak yaştanberi günü gününâ hareket- lerini not ettiğim defterleri hâlâ saklayorum. Benim temiz duy» gularım gibi oda temiz duygulara sahipti. Renim müziğe kargı olan hevesim (fazlasile ona aşılan- mıştı. Yalnız beni korkutan bir nokta vardı: Odea sükütu idi. Acaba boyle mi kalacaktı ? diyor. dum. Hiç ummadığım bir gün, ân- sızın beni yakan, ciğerlerimi par- çalayan bir sual ile karşılaştım. O da: — Anneciğim, nerede İ Suali oldu. On iki yaşında idi, ve ilk defa benim babam bana babasından bahsediyordu, Öldü, diye yalan söylemekten korktum. — Yavrum, sevgili yavrum. Se nin ânnen de baban ds benim, Dedim, O günden sonrs, bir daha bana baba kelimesini an- madı bile. En fazla merak ettiği müzikti. 'Taliinin yaverliği olacak ki ken- disini büyük bir musiki üstadı ile karşılaştırdı. Bu meşhur piyanist Erman Staub Idi. Üstad, hususi dersler veriyor ve ancak pek sev- diği dinleyicilerini ziyaret ediyordu. Büyük şöhretini Zurich'te elde et- tiği için bir kerecik olsun, oradan aynlıp başka taraflar konser ver- mek için gitmemiti, Paraya ihti- yacı da yoktu. Fakat güzide tale- be yetiştirmek de şisriydı. Anne tarafından Macar, baba taraşından ise doktor Sehoop'a akraba olduğu için şık sık doktorla birlikte bize çaya geliyorlardı. Staub bilhama benim söylediğim İtalyanca şarkı- lardan çok büyük zevk duyuyordu. Kanburdu. Fakat boyoa da hiç fakir degildi. Sanki © mücessem vücüdü tabiat kıskanarak bir de kanbur ilâve etmişit. Lâkin piya- nonun bâşına oturdu mu, bir Franz Liszt kadar mükemmel çalıyordu. Parmakları piyanonun dişleri üze- rinde görürmiyordu bile! Oğium pek kısa bir zamanda terakki göstetmiş ve muallimiyle birlikte dört el ile çalmağa bayla- mıştı. Üstadın kanburu yanındaki genç çocukla tam bir tezad teğkil ediyordu. Fakat Staub yavaş ya: vaş oğlumu benden çalmağa he zırlânıyordu. Bu vaziyet karşısında ben gibi zavallı bir anne ne yapabitirdi ki 9 Kapının gili çaldı mı, yavrum mu- allimini karşılamak için delice ko- şayordu. Dera asatlerce glirüyordu. Derslerini bitirdikten sonra, bah- çeye çıkarak gülle atmakla vakit geçiriyorlardı. Üstad ondört yaşın- daki oğlumia oynadığı vakit 45 yaşındaki bir adam gibi canlatı- yordu. İçimi kemiren bir tek şey vardı. O da evlâdıma babasını inkâr edi- şimdi. Demek ki bir evlât için yalnız ana kâfi değilmiş, Ahlâk muvazenesini muhafaza ve temin etmek ancak her hakikati söyle- mekle kabilmiş. Şimdi bunu idrak ediyorum. Pek kısa bir zamanda üstad Staub oğlumu müziğin en yüksek zirveğine eriştirmeğe muvaffak ol- muştu. Nerede ise, dış şehirlerde konser verebilecek bir vaziyete gelmişti. Bana gelince: ancak oğ- lumun ciğerlerini teneffüs etmek için dünya ile alâkamı kesmiştim. Burada bir hususiyet vardı, O da annelik hususiyeti, Füğünüy DM ) v izi Le