Tuğrul Mektubu bu başlıkla yazmdğa koyulunca, işime garip bir vusist lezzeti yayılıyor. Zannediyorum ki gen, bir güvercin olup, aramızdaki fersahlarca mesafeyi bir anda kat ediverecek ve odamın kırık pen- ceresinden içeri süzülüverecekâin, Şunu da itiraf edeyim ki bu, be- nim buluşum değildi; bir köylü- nündür. Hikâyesini dinle; Yeknesak köy hayatından kur- tulmak için temiz kırı, güzel bir at aldığımı ve her pazar, karakol kumandanı Hakkı onbaşı ile civar köylere çıktığımızı sana yazmış tım. Bu hafta tatilinde de progra- mımızı tatbik etmek istedik. Yer- de diz boyu kar vardı. Hava ber- rak olduğu için hiç hir tehlikeyi düşünmeyerek yola çıktık. Bize üç saat ötedeki bir dağ köyüne gidecektik. Fakat, yarı yolda öyle müthiş bir tipiye tutulduk ki... Kar- lar bir yandan bir yana savrulma- Ba başladı. Arada bir deli rüzgör, önüne kar bulutlarını katarak üze- rimize hücum ediyor ve atlarımı- 21 ters yüzü döndürüyordu. Önümüzdeki iz, gâip oluverdi. Atları, rast gele sürüyorduk, Ne yapmalı idik!. Geri dönülemezdi. Gideceğimiz köy de, oldukça uzak- tı. Şaşkına dönmüştük. Böyle ha- valarda, kurtlar, gayet serbes do- laşırlar. Ya bir kurt sürüsüne tos- larsak, diye kuruntular geçiriyor. duk. Çünkü, istikamet tayin ede- cek iz yoktu. Kararlama gidiyor- duk. Sağ tarafımız da, gümüş gibi bir çay uzanıyordu. Suları taşkın- dı. Çayın öte geçesindeki dağın eteğinde, bacaları b ram bram tüten bir kaç ev görünüyordu. Bu- rası, bir çiftlik olacaktı. Onbaşı : — Oraya gitmekten başka çare yok. Diye elini boru gibi yaparak bağırdı. — Çaydan nasıl geçeveğiz? Bo- gulurxsak. — Fakat, bu şekilde gitmek daha tehlikeli, dostum. Muvafakat, vaziyet icabı, mec- buri idi. Ve at üzerinde, diz kapakları- mize kadar çıkan sudan korku ile geçtik. Ji — Servetifünun — 2345 Deliorman'ın Boğuk ve tipi müthişti. Karşiki köye bir an evvel yetişebilmek için atları, delicesine kamçılıyor- duk. Ayaklarımız donmak üzere iken köye girdik ve önümüze Ççi- kan ilk kapıyı çaldık, bizi, başın- da beyaz puşusı, alnında çil Mah- mudiye dizisi bulunan genç bir ka- dın karşıladı. Kadının gözleri yaş- lı idi. Yolumuza yatmış çift hay- vanlarını dürteliyerek sıcak gübre kokusu içinde bir kaç adım yürü- dükten sonra başka bir kapi önün- bir hikâyesi -— Başın dağ olsun, baba. Dedim. Boş gözleri ile bana baktı. Ve başını hafifçe eğdi; kısık bir sesle her ikimize birden : — Hoş geldiniz. Diye söylenirken başını. ocağa çevirdi. Hâlâ ocakla meşgul bulunan genç kadın, ihtiyarın bükük beli: ne bakarak: — Ağlayamıyor, diye konuştu; açılır ama, ağlayamıyor. Bir saai- GÜVERCİNİMDİ de durduk. içerden sesler geliyor» du. Kadın, o kapıyı da el yorda- mı ile açtı. ( Çünkü, geçtiğimiz hır karanlıktı ) içerdekiler, bizi gö- rünce ayağa davrandılar. Yalnız, ocak başında ki sırtını görebildiğimiz adam, oturduğu yerden kımıldamamıştı. Sağa sola bakmadan ocağa doğru yürüdük. Bu sırada, onbaşının sesi du- yuldu : — Ne o, haşa huzurdan, aç 6- şekler gibi düşüncelisiniz? — Gülerek ilâve etti: — Şeyhiniz mi öldü, yokss ? Bu anda, gözlerimize takılan üstü örtülü bir tabut, onun gül- meşini dudaklarında dondurdu, be- ni de ürpertti. — Bu nef Diye telaşla sordum. Altımıza minder taşıyan ev 88- hibi genç; yüzünü çevirmeden C6- vap verüi: — Şu ihtiyarın oğlu. Karşımızda, ocağa odun atan beyaz puşulı kadın, alnında ki al- tın dizisini şakırdatarak başını kaldırdı : — Yolda ölmüş. Biraz evvel getirdi. Kendi köyüne yetişeme- MİŞ. Ayakları ile el ayalarını ulula- r& açmış olan ihtiyara döndüm: — Başın sağ olsun, baba, Hiç aldırmadı. — Bağır. Yüksek söyle. Dediler, Bağıra bağıra tekrar; tır hep böyle, Ağlasa... İçerde, derin bir sessizlik baş lamıştı. Karşımızda diz üstü otu- ran köylüler susuyorlardı. Kıv- rıldığı duvar dibinde mışıl mışıl ayuyan bir adamın, derin nefesle- ri alçalıp yükseliyordu. Odada kır- ların yaz günü sessizliği vardı. Yanı başımızdaki ihtiyar, kah- veyi içtikten sonra biraz açılır gi- bi oldu. Gözleri, arada bir, biraz öteşindeki tabuta bakıyordu. — Gitti; diye inledi; güverci- nimdi; kolum kanadım kırıldı. Artık, ağlayabiliyordu. Beyaz sakalına, ıslak, gümüş gibi taneler karışıyordu. İhtiyarlar, bizim gibi hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağ- layamazlar, kızım. Gözlerinden, nohut iriliğinde taneler yuvarlanır; o kadar. Fakat, bu şimşeksiz, gü- rültüsüz sağnak, emin ol ki, senin ve benim ağlayışlarımızdan çok daha müessirdir. O, ıslak gözleri ile ululara ba- karak konuşuyordu ! — Bu güzün hastalanmıştı. Şu karşıki dağ köyünde teyzesi var, Dağ havası iyi gelir hastaya; ora- ya götürün. <İyileşiyom.> Diye haber gönderiyordu. Ve lâkin üç gün evvelisi: « Aman, bubam gel- sip; köyüme götürsün beni. Fena- yım, > Diye haber salmış. Gittim yatakta idi. Beni görünce boynu- ma sarıldı : — Köyüme gideceğim. Anamı özledim. Diye ağladı, Havalar kötü idi.