No. 9792—547 dokuduğu Trabzon bezlerinden ba- na iç çamaşırları dikiyordu. Yalnız hoşlanmadığı birşey vardı: o'da köprünün öbür tarafına, karşıya geçmek... Hanım ninem kendi 78- manının kadınları gibi karşıyı, Ga lata, Beyoğlunu bizim memleket- ten saymazdı. Halamın oğlu ile Beyoğluna çıktığımızı duyduğu za- man : — Oğlanı Frengistana götür- müşler! eyvah! Diye ağlamıştı, Bu söze şaşma- malıdır, hikâye eylediğim zamian 47 seneliktir; hanım ninemo ta- rihte yetmişlik idi. Demek bir asır * o evvel bütün İstanbul halkı Galata ve Beyoğlunun bizim olduğunu bilmiyordu ve galiba bunun için olacak ki Beyoğlunda mutasarrıf- İık dairesi, mahkemeler, polis dai- resi bile sonradan iğreti gitmiş gi- bi kira evlerinde otururlardı! 1. Hanım ninemin boşuna giden şey Mektebi Mülkiyeden çıkacak efendilerin kaza kaymakamlığına, sefaret kitabetine ve Şurai Devlet muavinliğine alınacağına dair ni- zamnameğeki kayıttı. Mübarek ka- dıncağız sefareti ve Şurayı Dev- leti hiç düşünmüyordu. Kendi ko- livri kaymakamlığında bulunmuş Z imiş... Şimdi de torunumla kay: makamlıkta gezeceğim dediği za- man şıpıtık terilkleriyle merdiven- lerden aşağı maniler göyliyerek ko- guyor, kınalı saçlarını ve hotozunu bavalandırıyordu.. Hanım ninemin en büyük merak: evin kileri, kile- cip yazlık ve kışlık hazırlıkları, mutbağın nezaretiydi. Hanım ni- nemin yaptığı reçeller, kurduğu furşular namlıydı, Onun yaptığı #atllar ve açtığı baklavalarla par- mak beraber yenirdi. Peşli entari- #ni, hırkasını ve feracesini kendisi pek âlâ dikerdi. Öyle bir hanım- , diki İstanbulun asılzade ve yük- ek nilesine gelin girmiş olduğu Halde evinin içinde müstahsil, muktesit, çalışkan ve son derece temizliğe meraklıydı. Rahmetli ba- bam; «Kayın valdem vefat ettik- ten sonra bizim evde bereket kal- j madı!» derdi ve ben diyorum ki hanım ninem sâde evimizin bere- ket menbaı değil, hepimizin çef- katli ve fedakâr anasıydı; o gittik- #en sonra âile içinde mütekabil cası büyük babam Çatalca ve Si. UYANIŞ Sokakda ölen müteverrim! Gazeteler yazdı: zavallı bir müteverrim, Sirkecide bir eczahane önünde ağ- zından kan boşanarak ölmüş. Vak'anın bu kadarı sadece hazin! Fakat daha hazin bir tarafı var: bu üçüncü derecedeki hasta, Kumkapıda bir fırında oturuyormuş ! Ne dehşet değil mi? Zavallı bir hasta ki, kim bilir nekadar zamandır mikzop- larını bu fırında etrafa saçmış, tükürükleri ekmeklerin üstünde kurumuş ve o ek- mekler yüzlerce, binlerce, büyük küçük, başka vatandaşlar tarafından yenmiş. So- nunda bu bedbaht ölüyor, fakat onun saçtığı hestalık mikroplarile evlere giren ekmekleri yiyenlerden acaba kaç kişinin yarın için hayatı tehlikeye girmiş bulunuyor) Vakıa gazetelerin bu korkunç haberi arkasından Belediye tahkikata giriştiği de yazıldı. Neticede, ne o fırında, ne de yakınındaki fırınlarda böyle bir adamın otur- duğu tahakkuk etmedi. Bu netice, hiç şübhesiz biraz neles aldırıcıdır ancak te mamile itimat verici değildir. Çünkü böyle bir hastanm bir müddet için bir fırında bulunması da pekâlâ mümkündür, sonra hasta olduğu anlaşılır ve oradan uzaklaştırılır. Bu vaziyette de, tahkikat bugün için korkulan şekilde tecelli etmez, Fakat bugünün dünden haberi de olmıyabilir. Farzedelim, hattâ farz değil, iman edelim ki, eczahane önünde kan kusarak ölen müteverrimin bir fırında oturduğu (son tahkikatın gösterdiği iki neticeye uy- gun olarak) bir efsanedir. Fakat öylede olsa, meselenin düşünülecek bir gene tarafı var: o da, yiyecek satılan dükkânlardaki teftişin eksikliğidir. Lüzum ve ih» bar vaki olunca, harekete geçiliyor demektir. Bu da, bu şıhhat davasının Belediyece daha esaslı bir surette her zaman gözönünde bulundurulmasını lüzumlu gösterecek mahiyettedir. Düşünülebilir ve iddia edebiliriz ki, bugün İstanbulda bakkal, fırın, helvacı, şekerci ve buna benzer birçok dükkânlarda hasta adamlar verdit ve buz- ların hastalıkları sari de olabilir. O halde, şimdiki teftişlerden daha esaslı wpette “sıhhi murakabeler yapılmasını Merve ei eskimiş bu yaraya dokunmuş oluruz. Ayni zamanda doktor olan yeni V ona göre tedbirler alacağına da şübhe etmiyoruz. şefkatler de sanki azalmıya mab- küm olmuştu, Hanım ninem beni müstakbelin kaza kaymakamı görerek sevinir- ken ben mektebden ilk geldiğim akşam ona: — Hanım nine; senin dediğin galiba olmıyacak. Ben mektebden çıkınca muharrir ve matbaacı ol- mak istiyorum. : Dedim. Bu sözümün, ihtiyar kadının çehresinde hâsıl eylediği derin şaşkınlığı mümkün değil ia- rif edemem. O adeta alıklaşmıştı, neş'esi uçmuştu. İki ellerile başını tatmuğ ve bağırmıştı : — Amanın! aher vaktimde ne- ler duyuyorum! Kıyamet alâmeti mi$ Oğlum, sen esnaf olacaksın demek! Eyvah emeklerime ! Ve hüngür hüngür ağlıyordu, hıçkırıkları arasında ara sıra söyle- ' niyordu: — Esnaf parçasına kim kız verir: Bense neler kuruyordum ! Halbuki beş seneden sonra ben yeniden şahadetname alıp ilk ro- man tercümesine başladığım sırada Kasabet matbaasında bastırıp eve getirdiğim «Seksen Günde Devri alimizin bunu ehemmiyetle kavrıyacağına ve Halid Fahri Ozansey Âlem» romanının formalarını &v halkıle berâber hanım ninem de bükerdi; beher bin formanın kırıl- masını evdekiler bir santte bağar- dıkları için her gece eğlenerek &- çer kuruş kazanırlardı ve hanım nine bu işi bez dokumaktat tatlı baturdu. Hayıf ki o formaların in- tişarı hengâmında sultan sade Be- lâhi Efendinin bir Jurnal yıldır. mına uğradık. Evi basıp beni aj dılar; hanım ninem aklını kaybetti, Zaptiye nezaretinde iatintaktan kurtulup eve geldiğim saman onu şofada, yere hasır ünştüne mumfar dikmiş ve yakmış buldum, Bana bakıyor, ve beni tanımıyordu; — Hanım nine ne yapıyorsun! Dediğim zaman fersiz gözlerini bana çevirip şu çevubi vermişti: — İheanım evde yok. &ofada dediler ? Arıyorum! «Seksen Günde Devri Âlem» çıkarken bizim ev basıldığı gamau aynı jurnalın yüsünden Ahmed Rasim Bey kardeşin de saptiyeye tıkılmıştı, meğer o başın odudş istintak olunuyormuş! NN — Ahmed İhsan TOKGÖZ 4