İmam-ı Şafii, SIL ismi Ebu Abdullah... Ba- bası Abbas, babası Osman, ba- bası Şâfi, babası Saib... Kurey$i, Haşimi ve Muttalibi... Mezhep sahibi dört büyük imam- dan ve müctehitlerden biridir. Hic- ri 150 tarihinde ve rivayete göre tam İmam-ı Âzam Hazretlerinin ir- tihalleri günü dünyaya gelmişler... İki yaşlarında iken Mekkeye götü- rülmüş ve orada İmam-ı Mâlik: Hazretlerinden ilim tahsil etmiş... Hadis, fıkıh, lügat, edebiyat, man- tık vesaire #ibi bütün ilimlerde ve pek kısa bir zaman içinde, devri- nin bir tanesi olmuş... İmam-ı Şafii Hazretleri, züht, takva, ahlâk ve ruhta da eşsizdi. Dört hak mezhebin sonuncu sahibi olan İmam-ı Ahmed bin-i Hanbel Hazretleri, talebeleri arasındadır. 195 tarihlerinde Bağdada gidip birkaç sene orada kaldıktan sonra hac için Mekkeye dönmüşler, Mek- kede bir ay kalıp 199 tarihinde Mı- sıra gitmişler ve ömürlerinin sonu- na kadar Mısırda kalmışlardır. Beş sene kadar yaşadıkları Mısırda, hâ- yatlarını, İslâmi hakikatleri tedris, talim ve tesbit ile geçirmişler ve Hicri 204 yılında, 54 yaşlarında, genç cağda irtihal etmişlerdir. «Firakatüssuğra» isimli yere def- nedildi. Menkıbeleri pek çok ve meşhurdur. Din âlimlerinin büyük- lerinden sayısız insan, hakkında eserler, methiyeler ve mersiyeler yazmıştır. Fıkıh usulü üzerinde ilk eser, İmam-ı Şafii Hazretlerinindir. Ha- dis ilminde de «Essünen - Sünnet- ler» ve «Elmesned - Dayanak» isim- li iki büyük telifleri vardır. Şiir sahasında da pek kuvvetliy- diler. Ahlâk ve ilâhi marifet mev- zuunda pek derin şiirleri vardır. Büyük fikir ve hikmet, İmam-ı Şa- fii Hazretlerinin tükenmez hazine- siydi Başlangıçta Şafii mezhebi pek kuvvetliydi. Abbasiler zamanında, Mısır, Şam, Irak, İran ve Horasan- da bu mezhep intişar etmiş ve din büyüklerinin çoğu bu mezhep için- de yetişmişlerdi. Sonradan Hanefi- lik Şafiiliğe kemiyette galip gel- miştir, Bugün münteşir bulunduğu saha, Mısır ve Anadolunun şarkiyle ce- nub şarkından bir havzadır. ÜTÜN madde münasebetlerini aşan ve hâdiseleri madde üstü ulvi ve ilâhi sebebe bağlayan bir inanış manzumesinin ismi dindir. Dinler icinde de hak ve bâtıl olan- ları vardır. Bir madde parçasından ibaret olan bir puta tapan da, bu ilâhi kudreti kabul etmiş, fakat onu asli sahibine bağlamamak yü- DİN zünden küfre düşmüş olur. Onunki de dindir, fakat bâtıldır. MİLLET Hak dinler, peygamberleri vası- tasiyle Allahın kullarına bildirdik- leridir. Hak dinler de, İslâmiyete ŞERİAT gelinciye kadar, birbirini takip ede- rek ve herbiri daha ilerisindeki peygamber vasıtasiyle hükümden kal- dırılarak, belli başlı zamanlar ve hattâ mekânlarla kayıtlandırılmış- tır. Allahın, «Sevgilim!» diye hitap ettiği Son Peygamber eliyle gelen İslâmiyet ise, maziye doğru ezeli olduğu kadar, istikbale doğru da ebedi olarak, topyekün bütün zaman ve mekânı kucaklamıştır. İslâ- miyet, kendisine gelinciye kadar bütün hak dinlerin toplayıcısı ve tamamlayıcısı olan nihai Allah müeşsesesidir. me ki, din deyince anlıyacağımız ve kabul edeceğimiz, yalnız İslâmiye İşte, İslâmi iman manzumesine din denildiği gibi, oo dinin bağlıları kadrosuna da millet adı verilir. Bizde millet mefhumu kavim mânasına siileğiğiçi. Kelimenin aslı ve öz kaynağı bakımından ne büyük yanlış! Millet, Allahın Sevgilisi- ne, getirdiği her şeye inananların topluluk ismidir. Görülüyor ki, mil- let mefhumunda, evvelâ kalb ve fikir yolu ile bir imana bağlı olanlar, sonra 'da, tek ve müstakil olarak Peygamberler Peygamberinin getir- diği iman halkasına girenler murat edilmiştir. Zaten «Elküfrü mille- tün vâhidetün - Küfür, her şekliyle tek bir millettir» tarzındaki düs- tur, vine aynı millet mefhumunun aksi dâvasını göstermiyor mu? Fa- kat biz, bağlarını gevşettiğimiz kaynakların bu kadar zengin bir mef- humunu ele alıp, ona başka bir mâna çehresi vermekte, onun asli de- lâletini zamanla aşındırmakta pek maharetliyiz doğrusu! Dürüst bir insan, inansa da, inanmasa da, mefhumları yerli yerinde kullanmak borcundadır. Bu da gösteriyor ki, İslâma bağlı olmıyanlar bile, onun zengin mefhumlarını, kendi aykırı mânalarında kullanmadan edemi- yorlar. Öyleyse bir Türk, bir Arap, bir Fars, bir Hint milleti yok, tek ve yekpare bir İslâm milleti vardır. Bunlardan herbiri de şu veya bu kavmin fertleridir. Neticede din, Peygamberler Peygamberinin getirdiği topyekün iman manzumesi; millet de bu iman manzumesine bağlananların kad- rosu oluyor. Şeriat, işte bu iman manzumesinin itikat ve amel mevzuunda emir ve yasaklarına ait kanun çerçevesidir. Din, İslâm isimli iman sarayıdır. Millet, o sarayın içinde oturan- lardır. Şeriat ise o sarayın mimarisidir. Vâiz z EE aaa tün bu teferruat farkları her mez- Esasen aralarında itikadi ve esa- hepte Sünnete istinat ettiği ve Pey- si hicbir fark bulunmıyan dört mezhep arasında Şafiiliğin Hanefi- likten farkı, bazı ibadet şekilleri üzerinde ve teferruat plânında bir- takım amel hususiyetlerinden iba- rettir. Meselâ Hanefilikte abdesti bozmıyan bazı şartlar, Şafiilikte abdesti bozar; bazıları da, aksine olarak, Hanefilikte bozar da, Şafii- likte bozmaz. Namazın edeplerinde de bazı ufaktefek farklar ve buna” benzer teferruat ayrılıkları... Bü- 5 gamberler Peygamberinin değişik olarak icra buyurduğu fiillere da- yandığı için, haktır. Şiir kuvvetinden de bahsettiği- miz Şafii Hazretlerinin şu beyti pek meşhurdur: Eğer ilim adamı için şiir bir zaaf olmasaydı, Lebid'den büyük .Şair olurdum! M.K. 7