saçları iki sık örgü ile arkasına atılmıştı, çıplak bileklerinde bir zaman Trabzon taraflarında ya- pılan ince, telkârı altın bilezikler vardı ve be- lini gene aynı işten geniş bir kemer sıkıyordu. Ayaklarına gül kurusu renginde küçük pabuçlar giymişti, ve bu küçük renk değişikliği bütün hüviyetinden akan mavi senfoninin içinde kü- çük ve mesut bir nota değişikliği gibi göze çarpıyordu. Yüzünü anlatmaya çalışmıyacağım, bazı rü- yaların anlatılması imkânsızdır, bu yüz ha: kikaten bir bahar bahçesinde görülmüş bir rüya kadar güzeldi. Yalnız gözlerindeki garip saadet hissinden bahsetmeliyim; zaten bu his, tüken- mez dalgalarla bütün hüviyetinden akıyor gibiydi. Olduğum yerde hiç kımıldanmadan bakıyordum. Odanın ortasına kadar ilerledi ve benim ayağa kalktığımı görünce, elile bir süküt işareti ya- parak : — Susunuz, dedi, çok yavaş konuşmalıyız, duyabilirler .. Bilmezsiniz uykuları ne ka dar hafftir, en küçük bir çıtırtı bile onları uyandırır. Dikkat etmediniz mi, merdiveni ne kadar yavaş indim, adeta teker leker.. Sonra biraz daha yaklaşarak, bir sır tevdi eder gibi yavaş bir sesle ilâve etti : — Şüphesizki (o gelmemeliydim. o Yaptığım doğru değil, bununla beraber duramadım, kim olduğunuzu merak ettim... Sonra hep aynı in- sanlar, aynı yüzler.. Yalnızlık o kadar fena bir şey ki... Halbuki onlar bundan biç sıkılmıyor- lar... Hattâ hoşlanıyorlar bile... Nihayet dayanamadım ve sordum : — Onlar, kim dedim, siz kimsiniz, niçin yalnızsınız ve kendi evinizde olduğunuza göre bu kadar ihtiyat ve telâş niçin ?... — Onlar, dedi, babamla, sizi kapı önünde bulan dilsiz kadın ve çocuğu.,. Çocuk şüphesiz onlar gibi değil, fakat bilirmisiniz, babamın ta- bialı yavaş yavaş ona da geçti gibi. O da ko- nuşmaktan az hoşlanıyor... Evvelce babam, böyle değildi, sonra birdenbire" hastalandı, böyle oldu. Şimdi hiç kimseyi istemiyor, hiç bir yere çıkmıyor ve bir an beni yanından ayırmıyor. Ne güzel ve ne tuhaf bir konuşması vardı. O konuşurken dinliyen ile kendi arasında bütün manialar kalkıyordu. Bu konuşma değil, yüksek bir âlemde bir nevi visal lezzetile devam eden bir anlaşma idi. Söz söylerken ellerinin biraz acemi, çolpa denebilecek çok tatlı jestleri vardı, elinden tutarak sedire oturttum: — Siz kimsiniz, adınızı söyleyin? Niçin bu acayip kıyaleli taşıyorsunuz, sizi kapıdan girerken görünce, birdenbire kendimi bir ma- sal dünyasında sandım. Kahramanların, iyilik ve güzellik perilerinin insanler arasında dolaşıp gezdikleri ve onların talilerine iştirak ettikleri uzak zamanlardan kalmış gibisiniz. Hafif bir tebessümle : — Adımdan, size ne dedi, Ayşe, Zeynep, Fatma... Bana istediğiniz adı verebilirsiniz. — Böyle bir hakkım olursa ben size başka isimler veririm, dedim. Meselâ; Leylâ, Şirin, Zühre... — Niçin olmasın... dedi, ve sorduğum suale dönerek: Bu 'elbiselere gelince, onları babam is- tediği için giyorum. Bana böyle yedi, sekiz elbi- se yaptırdı, beni eski Anadolu kıyaletile gezdiri. yor, bir nevi merak... Gençliğini hatırlatıyor- muş. Biliyor musunuz ki ben bu evden çıkmam ve bu eve hiçbir misafir girmez, burada baba, kız bütün mevsimleri ve günleri tekbaşımıza yaşarız. — Ammada yaptınız, dedim. Bir baba kalbi bu yaşta bir genç kızı böylece hapsetmekte ne lezzet bulabilir? — Dedim ya, hasta.. Korkuyor, beni çala- caklar diye korkuyor, biçarenin benden başka kimsesi yok. Ne yapsın zavallı !.. — İyi ama, dedim, bu bir zulüm, düşünün bir kere, siz ki bu kadar genç ve güzelsiniz, babanız da olsa nihayet bir çılgınlık bu... — Oh, fena şeyler söylüyorsunuz.. Bırakın.. Hem.ben bu fedakârlığı bile bile, seve seve yapıyorum; onu mesut etimek için.. İhtiyarlar sevindirildikleri zaman o kadar güzel, o kadar başka türlü oluyorlar ki. Nekadar güzel konuşuyordu. Birdenbire sordum : — Peki, ya yapmasanız, dediklerini yapma” sanız ne olur ? Size zorla mı yaptırır Yüzü birdenbire ciddileşti. Göz kapaklarını sıkı sıkıya yumdu, ve titrememesine çalıştığı bir sesle reddetti : — Hayır, hayır, ne münasebet, imkânı mı var?... A canım, hasta dedimse büsbütün di- vane, deli değil ya.. Bir parça meraklı işte...