temayülü Baudelaire, E. Poe ve Valery'lerde kendi evine çekilmek ve bitaraf olmak işti- tiyaklarını kuvvetle uyandırdı. O halde ki şiir atık kendi dizginlerini kimseye vermiyerek kendini yapmaya, hattâ bunun bir din gibi duymaya, kendi istediğinin ifidal ve sükünet le elendisi olmaya, öz şiire zarar veren gönül coşkunluklarını aşmaya koyuldu. Yalnız bu ka- dar da değil, nesir olarak söylenebilecek her türlü tasvir, hikâye, felsefe, dram ve mantık unsurlarından da sıyrılarak mevzuunu şiire ve şirini mevzuuna bir eldiven gibi geçirmeye, birini digerinden ayıramıyacak bir hale gelir- meye savaşıyor. Bu mahiyette bir şiir tabiatile herkese hitap etmek sevdasından da uzaklaşa- caklır. Zaten öz sanat,öz ilim ve öz felsefeyi ehli olanlardan başka kim anlar ve kim arar? Pratik zaruret ve ihtiyaçlarla hasbi sanatların bir- birlerine o karıştırılmasından doğan mevhum istekleri bir tarafa bırakarak bülün büyük sanatların nadir fertlerden doğup gene nadir fertler tarafından anlaşıldıklarını görürüz. Bir “Fuzuli,,nin öz sa atını, derinden an- layabilecek gene kendi payesinde bir şairden başka kim olabilir? Hatta en büyük münek- killere bile güvenmemek lâzımdır; çünkü bun- larda ne kadar olsa sanatın tam içinde değil- dirler. Sanatkâr ile temamile senpatize olabi- lecek ancak sanatkârdır. Felsefe ve ilim için de aynı şey söylenebilir. Sanat kıvılcımları çak- madan evvel ne münekkit, nede hayran var- dır. Münekkitlerin arıyacakları gölge ve ışık farkları bu kıvılcımdan sonra başlar. Bunun içindir ki eski Yunanlılar şairleri fanilerden ayırmış, bunların mabutlardan ilham alan ve BEND Ne sitem, ne korku yalınızlıkten, Kime ne: aşılmaz duvar ber edir. Süslenmiş gemiler geçse açıktan Sanırım gittiği diyar bencudi:. sesleri göklerden gelen şiir perileri (muses) lerin göz bebekleri saymışlardır. Yeniler dahi şairlere olan saygı borçlarını esirgememiş, onları hayranlık ve hürmetkâr bir himaye ile kuşatmakta birleştikten başka “ilham ,, imtiyazı ile “deha,, mevhibesini onlara bırakmışlardır. Çünkü felsefe ve ilim güneşlerinden evvel do- gan şiir güneşi, insanlığın ilk ışığı olmuştur. Şiir dünyasının tenkit ve realite dünyasına ge- çerek felsefi veya ilmi olması dahi ona kuvet vermekten ziyade ölüm getirir. Şair her şeyden evvel tabiatin çocuğudur. Eğer labiat ona şiir söylemek mevhibesi vermemişse ne yapılsa boş- tur, Bunun için hakiki şaire muayyen bir kül- tür direktifçiliği yapmak da abestir. Çünkü balı yapacak o olduğu için konacağı çiçekleri se- çecek olan gene odur. Nesirden evvel duğan ve “insaniyetin ana dili,, denen şiirin kakiki cevheri Konuşulan dilin mayası olmasıdır. Dillerin ilerlenesinde en büyük tesirin şiirden gelmesi de bu hakikati teyit eder. Şair, kültür- süz değildir; yalnız kültürünü /islerine sindir- miş Ve orada uyur gibi bırakmıştır. Bu külürü uyandıracak kuvvet onun şairlik debâsıdır. Hislere sinmiş olan bu küllür uyandığı zaman düşünce ve aksiyona sarfedilemiyeceği için aslına hem benzer hem de benzemez bir mahi- yelte tazelik ve iptidai bir sallet içinde belirir. Şairdeki ebedi gençlik ve çocukluk da bura- dan gelir. Yalnız bu çocuğun dilini lezzetle tadabilmek için çocuklukta oyalandığımız ha- yallerle, delikanlılık ihtiraslarımız elenmiş, tec- rübe ve zevkimiz pişmiş olmak lâzımdır. Mustafa Şekip TUNÇ EDİR Yarama döğemez havanlar merhem, Bulamaz pazarlar yüküme dirhem, Ne çıkar, bir yola düşmemiş gölgem, Yollar ki Allaha çıkar... bendedir. Necip Fazıl KISAKÜREK