28 Eylül 1936 Tarihli Tan Gazetesi Sayfa 7

Saatlik sayfa görüntüleme limitine ulaştınız. 1 saat bekleyebilir veya abone olup limitinizi yükseltebilirsiniz.

Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

—— 28-9-936 Memleket Röportajları : Kayseri 12 Eylül İ ilmem Kayıseriyi tanır mısı - nız? Tanımasanız bile mu- hakkak pastırmasını yemiş veya- hut boyacılarının, badanacılarının şöhretini duymuş, eşeğini boyayıp babasına satan Kayserili tipinin hikâyesini dinlemişsinizdir. Fakat Kayseri bu değildir. Kay- sgeriyi iyi görmek için, şehrin içine şehirlinin içine ve evine girmek, Kayserinin bulvarmı, parkını değil, Keçikpısını, Örtülü sokağımı, biribirine payandalanmış, ke - netlenmiş evlerinin arasında — 80- kak ismindeki dehlizlerini dolaş - mak lâzımdır. Kayseri karış kariş gezildikten sonradır ki, anlaşılır, tadılır. Sizi bu ilk mektubumda Kayseri ista- siyonuna indirmeden evvel şehrin bir ufak tahlilini yapmıya çalışa- cağım. Bu, belki sinemalarda ol- duğu gibi gelecek programda gös- terilecek filmden bazı parçalar o- Jacak. Fakat yazıma müşteri cel- betmek için değil de, Kayserinin bir peyizajmı çizmek için bana, bu- na lüzum var gibi geliyor. inema dedim de aklıma gel- di. “Müddeiumumi Hallers,, diye bir yardi. Bu filmi- bil- — OA UF Banda birar damın iki şahsiyeti vardır. Gün- düz başka tabiatli, gece başka ah- Jâklı bir adamdı bu... İşte kayserinin de böyle iki » şahsiyeti vardır. Şehrin muhtelif parçalarmı biribirine ekleyip şehri şehir payan paftaların renkleri, gekilleri, kokuları ve hendeseleri biribirine hiç uymaz. Bu ayrılık o kadar barizdir ki tabiatinde ve ik- liminde bile derhal göze çarpar: İşte bir tarafta Erciyaşm kızıla çalan, mor gölgesi, ufka sırtmı da- yıyarak ve omuzlarını kaldırarak, yükseliyor... Erciyaşta kar var... Koca dağın, köller üstünde yükse- len kafası bembeyaz duruyor. Erciyaş ihtiyar bir pehlivan ba- gı gibi.. Ensesinden İitiba- ren bütün başı kazınmış. Yalnız tepesinde beyaz, bembeyaz birkaç tutam saç bulunuyor... Ve ne gariptir ki, Erciyaşın bu beyaz saçlarını kmalıyan güneşin altın sarısı rengi, bu dağdaki kar- larda perdahlanıp bilendikçe kızı- şıyor ve şehrin düz damlarmı, bir fırın kapağına çeviriyor. arlı manzara altında şehir, soluk almadan buram bur- ram terliyor. İşte Kayserideki ta- biatin ve iklimin iki şahsiyeti. Caddelere bakıyorsunuz; Bir e. gek kalabalığı var. Eşekler — ve eşeğe binen insanlar tözu duma. na katıyorlar. Bunların arasında bir yığın da bisiklet kalabalığına tesadüf ödiyorsunuz. Makine ile hayvan adeta izdivaç etmiş gibi. İstasiyondan şehre geniş ve gü- zel bir cadde var... Fakat caddenin bir kısmı ayakkabıyı içine göme- cek derecede tozlu. Bir kısmı her akşam muntazam sulandığı ve te- mizlendiği için düz ve rahat... Şehrin dışmda Sümer Bankın bez ve dokuma fabrikası. Bütün dairelerile, apartmanlarile, binala - rile insana endüstriyel bir şehre girdiği hissini veriyor. Fakat şeh- rin içindeki taştan: yapılmış, pen- cereleri tavana yakın, dört köşe dört köşe binalar bir yığın harabe manzarasında. iki bir sehir —O —— A sahsiyetli -KAYSERi "_TAN,, Tahrir heyetinden Mümtaz Faiki cenup vilâyetlerine gönderdi. Şimdi Antakya ve isken- derunda bulunuyor. Yoldan gönderdiği röpor- tajlarını bugünden itibaren neşre başlıyoruz. Yazan : Bir tarafta belediye parkı var. Akşamları işlerini bitiren yorgun Kayserililer bu parktaki yeşil a- ğgaçların altında, çiçeklerin arasın- da temiz bir havuzdan püsküren fiskiyeye bakarak gözlerini, gö- nüllerini dinlendiriyorlar. Serin ve temiz bir hava almak imkânmı buluyorlar... Bu parkın hemen karşısında bir başka kahvede ise nargileler, mütemadi gökgürültüsü gibi inliyor, pis tavlaların üzerin- de silik zarlar muttasıl birer şim- şek gibi çakıyor... Sokaklarda eşek yüklerile kar ve buz satıyorlar... Ve ağzı köpüren çocuklar, Erciyaştan hicret eden bu karlardan onar paralık, yirmi- şer paralık alarak kemiriyorlar. Öbür tarafta mükemmel — buz dolaplarında soğutulmuş bardak- ları cilâliyan ve buğulandıran su- lar var... eni bir park yapılmış. Bu parkta Atatürkün bir hey- Keli yükseliyor. Ben kendi hesabı- ma bu kadar zevksiz yapılan bir MÜMTAZ FAİK tık bu caddenin göbeğini “Filka- pı” diye keserdim, Kayeeride bir sokağa girdiniz mi, eğer geçtiğiniz yerlere dikkat et iz geri dö siniz. Yollar, biribirine geçmiş, biribiri üzerine kıvranmış barsak- lar gibidir. Kimi yerde boğumu fazladır, sıkışırsınız, kimi yerde geniştir, ferahlarsınız. Fakat bu yollar öyle barsaklara benzer ki, kör barsakları çoktur. Belki onun için şehrin imar plânı yer yer a- pandisit olmuş, kangren olmuştur. Bu caddelerdeki dört köşe evler, tavanlarma çok yakın pencereleri- le, hava teneffüs etmiye uğraşır- lar, duvarlarında biten küherçile ve sazlar, oksijen masseden birer “zükabe” vazifesini görürler . Kayseri sokaklarının niçin böy- le biribirine geçmiş barsak manza- rasında olduğunu çok düşündüm. Ve sonra şuna hükmettim: İhti- mal, pastırma yapmak için kesilen ineklerin sıktatından ilham alın - mış olacak, Kayseride UluTaşla caddesi abideyi İstanbulda bile görmedim. Halbuki bu heykelin yanıbaşında koca Mimar Sinanın bir eseri, bir mehabet nümunesi halinde gözleri okşuyor. Uzaktan, benim bulunduğum ta- rafa doğru bir kalabalık geliyor.. Dikkat ediyorum: Cenaze götü- rüyorlar. Cenaze açıkta nakledili- yor. Bir merdiven, merdivenin üs- tünde kefene sarılmış hir cenazç, Üstünde bir palto örtülü... Başının altıma da tenteneli bir yastık koy- muşlar. Kefen bembeyaz görünü- yor ve cenazeyi takip eden insan cemaatine bir sinek cemaati de re- fakat ediyor. Halbuki öbür taraf- ta eski bir kiliseyi ne güzel bir Halkevi binası, haline kalbetmiş - ler... B en vaktile Silivriye gitmiş, o- rada yoğurt aramış, fakat bulamamıştım. Kayseride de hiç pastırma aramayın. İmkânı yok bulamazsmiz. —Fakat Kayseride büyük — pastırmahaneler — vardır. Buralarda hergün 35 - 40 inek ke- silir. Onun için Kayseride pastır- madan daha ziyade pastırmacı ve pastırmahane bulursunuz. Kayserinin içi, — sokaklardan, caddelerden ve hattâ keçi yolla « rından bile tasarruf edilecek şe- kilde tanzim edilmiştir. Burada bir yer var ki ismt Keçikapıdır. Ve buradan vaktile bir keçi bile geçe- mediği için ismini böyle koymuş- lar. Halbuki şimdi bu cadde çok açılmış. Kayserililer buraya gene Keçikapı demekte ısrar ediyorlar. Fakat ben belediye reisi olsam ar- Fakat bereket versin aşağıda a- çılan yeni bir bulvar hicabı haciz vazifesini görür. Bu hicabı haciz kuvvetlidir. Sağlamdır. Peritonitin şehrin diğer kısımlarına geçmesine mâni olmuştur. Bilâkis bu bulvarlar ve yeni cad- deler genişliyerek, ilerliyerek, kol ve budak salarak şehte yeni bir manzara, yeni bir çeşni vermek is- tidadındadır. Bu gündüzün bir kahve değir- meni gibi kızan evlerde bunalan Kayserili, onun için ya- zım bağlara gider... Bağlar serindir, ferahtır. Ağaç- lıktır. Geniştir. ve havadardır. Erciyaşım bütün etekleri, baştan aşağı, bu bağlarla bir halı gibi be- zenmiştir. Halk akşamları serin serin esen rüzgârla, Kayserinin içindeki sokaklardan bütün togzları emen bir hortumun içine katıla- rak dışarı uğrar ve bağlara doğru akın eder. Ancak bu bağlarda biraz nefes almak, ciğerleri temizlemek, yı- kamak imkânı vardır. işte size iki şahsiyeti olan Kayseriden birkaç çizgi, bir kaç peyizaj göstermiye çalıştım. Bu satırlarım, yukarıda söyle- diğim gibi, gelecek programda gösterilecek filmden bazı sahneleri gözönünde canlandırdıysa, ve size Kayseriye dair yazacaklarım hak- kında bir fikir verdiyse ne mutlu bana... Bunldan sonraki mektuplarımda LAN T ee İZMİRDEN RÖPORTAJLAR | âcivert mantolu, siyah baş- örtülü, orta yaşlı bir kadın kocaman bir çıkını sürükliye, sü- rükliye içeriye girdi. Ben ömrümde bu kadar dar ve bu kadar bir tramvay arabası içine benziyen vagon görmemiştim.. Ko- caman çıkın sağa sola çarpa çarpa geldi. Onu vagonun nihayetindeki filenin üstüne koymak için kadın ne de zahmet çekiyor. Çıkın yere düştü. Sağda oturan ak bıyıklı bir zatın şapkasma çarptı. Şapka ye- re devrildi, — Biraz insaf be hatun!... — Affedersiniz birader... € Ü0 yel Genç bir subay yerinden kalkı- x» 4 >illiden iki görünüş: Üstte Nazilli yor: — Müsaade ediniz bayan, diyor. Ve kocaman bohçayı fileye koy- mMmaya uğraşıyor. Eşyalarını ilk defa bohçalıyan insan hiç şüphesiz ki günün birin- de buhar keşfedileceğini, trenier yapılacağını ve trenlere eşya koy- mak üzere fileler takılacağını hiç düşünmemiş, çünkü onu düşünmüş olsaydı, muhakkak ince ve uzun bir şekilde eşyalarını bohçalardı. Ve örnek olarak insanlara bunu verirdi. Halbuki bu yuvarlak ve muntazam çıkının fileye konması- na imkân yok... — Bari oğlum, zahmet ettin, gel, de şunu oturacağım yerin altına koy. Arkaları, belkemiklerimizin or- tasına kadar gelen sıraların altı da pek alçak olacak ki koca çıkın ora- ya da sığmıyor, “— Köy çöcuğum şunu şüraya, hy ni Çıkın, karşılıklı oturmak üzere yapılmış üç kişilik kanapelerin a- rasındaki yalnız ayak koymağa va- rıyan incecik yolun üstüne bıra- kıldı, — Oh, pek iyi oldu. “İnsan hayatta işte böyle nikbin olmalı,, diye düşünüyorum. Ver sepeti rta yaşlı kadıncağız çıkmı orada bıraktıktan sonra ge- ne vagonun kapısına kadar gitti: — Ver bakalım oğlum, o sepeti.. Koöcaman bir sepet... Aman ya- , gülen, ağlıyan Kayseriyi, bütün içi ve dışı ile anlatmıya çalışaca- Bir tercüman gibi okuyucuları- mın kollarından tutacağım, onla- ra, Kayseri kombinasını gezdire- ceğim, müzeyi gezdireceğim. Be- raberce pastırmahanelere gidece- ğiz, İneklerin nasıl kesildiklerini, canlı, bir hayvanın nasıl kuş gü- mü haline geldiğini göreceğiz. Gözlerinin önünde hemcinsleri ke- silir, “yüzülürken bağıran, kudu - ran, kendi kendisinin nasıl pastır- ma haline geldiğini gören ve inli- yen ineğin ıstırabmı dinliyeceğiz. Kayserililerin düğünlerinde be- raberce zerde pilâv yiyeceğiz. Ge- lin gezmesine çıkacağız. Tandır sefası yapacağız... Zinde Kayserili- yi göreceğiz. Ve sıtmadan insan kurüsu haline gelen benzi soluk vatandaşa hep beraber acıyaca- ğız. Çarşıyı dolaşacağız. Pazarı do- laşacağız. Pazarlıklarmı — görece- ğiz. Evlerinin içine gireceğiz. A- detlerini, an'anelerini, hikâyeleri- ni dinliyeceğiz. Halr tezgâhlarımda çalışan kızları göreceğiz. Ve niha- yet biz de bir Kayserili gibi bir merkebe binip, iki tarafımıza hey- bemizi vurup bir hamur tahtası, bir kapı ve bir testi su ile bağa gi- Hattâ isterseniz şehrin dışımda etrafı duvarla çevrili olan bir sefa- het yerini, erkeklere zevk vererek para mübadele eden hovarda kız- larmı bile göreceğiz. Fakat şimdilik otelimize dönelim de biraz dinlenelim, binicileri, altta Nazillinin Hacibeyli köyü rabbi, bunu da nereye koyacak? Gene fileye gitti. Kulpundan tutu- lan bu sarı sepet aşağı yukarı ufak bir küfeyi hatırlatıyor. Filede du- rur mu hiç... " Üveyanadan dayak yiye, yiye büyük bir çocuk nasıl yanında biri elile hızlı bir hareket yaptığı za- man tokat veya yumruk yiyeceği vehmile, iki elini kendini müdafaa etmek için başının üstüne siper e- derse, sağda oturan beyaz bıyıklı bay da kadıncağız sepeti fileye yer- leştirmek istediği andanberi, iki ko lunu başının üstüne kaldırmış.. Genç subaym içi pek merhamet- liz — Veriniz onu da., — Amma nereye; koyalım?... & almıyor onu... Genç subay etrafına bakınıyor: — Şöminenin altına koysak?.. — Sığar mı hiç?... — Sığmaz ya!... Bayanın oturmak icin intihap ettiği sıradakilerden şişman bir adam: — Aman hemşire, getirme o se- peti de buraya, ayağımızı koyacak yer kalmadı, diyor. Genç subay sanki bu sepet ken- di sepeti ve elâlemi de kendi sepe- ti yüzünden bizar ediyormuş gibi mahçup oluyor: — Hakkmiız var efendim... Lâcivert mantolu bayan muhak- kak surette eşyasını götürmeğe az- metmiş: — Hay eksik olmıyasın çocu- ğum. Getir şu sepetçeğizi de koyu- ver şu benim yancağazıma, diyor. Sepet şimdi, vagonun ortasında- ki yolun üstüne terkediliyor. Lâcivert yeldirmeli bayan gene gidiyor. Bu defa gene kim olduğu- nu görmediğimiz o cömert elden, büyük bir testi alıyor ve şişman yolcunun itirazına mahal verme- mek için sert, sert söylenerek: — Doğrusu, testimi dizimin di- binden ayıramam, diyor, şimdi vol- larda sıcak başladı mt kalkıp, kal- kıp testiyi alamam ya!... Testi de bohçanın yanına gidi - yor. bîthiş kalabalık Vag a erken girip şöyle kö- şede bir yer almakla ne iyi etmişim... Çünkü vagonun müthiş surette kalabalıklaşmakta olduğu- nü gördüm, Karşımızdaki sıraya çarşaflı genç bir kadınla orta yaş- lı bir erkek geliyorlar. Karı koca galiba... Yanyana oturuyorlar am- ma, kadın arkasmı yanmdaki erke- ğe çeviriyor. Çarşafının bir ucuyla ağzını ve burnunu ve yüzünü sım- sıkı kapıyor, hattâ gözünün birini de... İstasyonu tek göziyle seyredi- yor. Erkek te sıranm ucuna ilişerek, arkasını karısına dönüyor. Bir tek kelime konuşmuyorlar. Onun ya- nmda fevkalâde şişman ve köy el- biseli bir kadın var."Ayaklarının al tınma doğru pöstekilere sarılı bir de şilte koymuş. Benim yanımda genç bir bay var. Gazete okuyor. Onun yanm- İzmirden Nazilliye uluk Yazan: SUAT DERVİŞ da kibrit bağı renginde Bursa krep- döşininden bir elbise giyen küçük bir kız ve onun tam karşısında annesi.. Annesi siyah bir yeldirme giyi-« yor, başında siyah bir örtü var, Ve ellerinde siyah tire eldivenler. Eldivenlerin üstünden parmakla- rına yüzükler geçirmiş. Çok taş« lı bu yüzükler iye pek ben- ziyorlar. Çocuğuna güldüğü va- kit ön dişlerinin hep altın olduğu- nu görüyorum. Dişlerinin üstünü altın kaplat « mış zengin bir kadın:... Kad y da hazır bir erkek çocuğu. Kısa olarak a« lınmış pantalonu kendinden dört yaş büyük bir çocuğa mahsus ol« duğu için bağlı siyah botlarının hemen, hemen tam - üstünde. 0- nun yanında kocam var. « Pardesüsünü devşirmiş pence « renin kenarına bir yastık gibi koy- muş ve başını dayamış, uyuklu - yor. y — Biraz öteye gider misiniz? | Bir -de talihime şükrediyorum, Çocuk iken masallarda işittiğim devanalarıma benziyen siyah çar- şaflı bir kadın. Hakikaten bir u- macı gibi çarşafının pelerinile bü- tün yüzünü sarmış, Kâğıt bir ba « vulu ve bir sepeti sürükliye, sü « rükliye yanımıza kadar geliyor. Solumdaki yolcu ona: — Burası üç kişiliktir, diyor. Karmakarışık agonun hiçbir yerinde boş k bir sıra kalmamış. Orta « 1biseli “daki 'yolün üstüüde heybeler, dö- şekler, Bâavullar. Sıralarda dörder “Beşer otüran'insâklar var. Ve'büu manzara normal bir zamanda kal- kan bir tenezzüh treninin değil de, bir yangın, âfet, veya bir isti- lâ önünden kaçan bir halkı kar- makarışık taşıyan trenlerin fur « gonlarının içine benziyor. Kırk ki- şiliklere.., Karşımda sanki kendi evinde imiş kadar rahat uyuyan kocama pek sinirleniyorum. Ve iskarpini- min ucile dizine vurarak onu u - yandırmak istiyorum. Huvardalık urada görüyorum ki mah- sulünü satıp köyüne dö « nen köylü müstahsil paralarını a- lınca sarfetmesini pek seviyor, ü- çüncü yerine ikinci mevkie bini - yor. Avrupa köylüsünün tasarru- fa verdiği ehemmiyet ile bizim köylümüzün bu hovardalığı ara - sında'ne büyük bir fark var. Gözlerimin gördüğü bu manza- ranın doğru olduğuna aklım man- tığım inanmak istemiyor; onun İ- çin hâlâ uyuyan kocamın bu defa kolunu sallıyarak ona soruyorum: — Bu — kompartimân üçüncü mevki bir kompartiman olmasın ” Allahım ne de derin uyumağa başlamış... Kocamı uyandıramıya- cağımı anlıyan yanımdaki bay: — Hayır efendim diyor. Bu i- kinci mevki bir kompartimandır — Çok kalabalık ta, — Köylerine dönen birçok in « sanlar üçüncü kalabalık olur diye bu mevsimde daima buna biner- ler, bunun için de galiba üçüncü mevki biraz daha tenha... — Demek bu civarda köylüler pek zengin maşallah!.. : — Köylü bütün karısını tarla - sında, bağında çalıştırır, kendisi kahvede iskambil oynar. Mahsul olunca gelir Izmire satar. Ve Iz- mirde aldığı parayı yine İzmirde bir iki gecede sarfeder. : — Sonra? ; - — Sönra, son parasile de ikinci mevki bir bilet alır döner evine gider... Ve tren Punta istasyonundan kalkıyor. p Suat DERVİŞ

Bu sayıdan diğer sayfalar: