186 SERVETİFÜNUN No. 2942—5357 BOYACI ALI ! İşim aceleydi; Kunduraları” mı da boyatmaklığım icabedi- yordu. Bir köşe başında, kutu- su üzerine eğilmiş fırçalarıyla tahta sandığına vurarak tempo tutan yirtık kasketli, perişan kılıklı, kirli yüzlü bir delikan- lıya yaklaştım. Oturduğu tahta kutuyu biraz daha altına çeke” rek fırçalarından birini havaya attıktan sonra evvelâ pantolo- numun paçasını sonra da baş- ka bir fırçayla kunduralarımı fırçalamağa başladı. Fırça dar- beleri ayakkabımı parlatırken beynimde bir hatıra, acı bir hatıra canlandı: «O vakitler, yüksekkaldı- tımdaki (........ ) Lisesine gi- diyordum. Şimdi aşağı yukarı dört beş sene kadar bir zaman geçmişti. Sabah, akşam yolu” mun üzerinde ki kaldırımlarda hayatlarını kol ve hançere kuv- vetile kazanan * benim tabirim- ce - kaldırım çocukları yani müşteri celbetmek için türlü türlü numaralar yapan acaib sesler çıkartan kundura boya- cılarını hatırladım... Bunlar, açık havalarda, yüksek bahçeli kahvenin duvarına sırtlarını da- yarlar, boya sandıklarını kaldı- rımlar üzerine koyar müşteri beklerdi: Akşamları ve cumar- tesi günleri mektepten çikınca arkadaşlarla bu boyacılara kun* duralarımızı boyatırken gâh birbirimizle şakalaşır gâh bu kaldırım çocuklariyle konuşur- duk. İçlerinde bir (Ali) vardı ki son zamanlarda ayakkabılarımı hep ona boyatırdım. Onun müş- terileri diğerlerinden hem fazla hem seçme, hem de daimi müş“ terilerdi. Boyacılar; biz, tale- belere karşı çok terbiyeli ve hürmetkârdırlear. Oo Yaşadıkları hayat, muhit pisti; fakat bun- lar o kadar fena ruhlu insan lar değillerdi: Hele (Ali) Ali, biraz peltek dilli bir gençti; üstü başı temiz, ifadesi düzgün samimi, terbiyeli ve nazik konuşurdu. O; benimle çok dertleşirdi: Mektep hakkında uzun uzun tafsilât isterdi. Ona mektep hayatımızın tatlı yerlerini anla- tamaz geçerdim, O, diğer ar- kadaşlarımdan duyduğu bazı şeyleri, .gözleri parlıyarak, ba“ na sorardı ki o zaman bazan yalan söyler veyahutta mevzuu değiştirirdim. "Türkçeyi iyi okuyup yazdı. ğı, konuştuğu gibi Fransızca- yıda derdini anlatacak kadar biliyordu. Bir gün dediki: «- Küçük bey, bir madamdan ayda üç liraya Fransızca dersi alıyorum. İçimde okumağa, öğ“ renmeğe karşı öyle sönmez bir ateş var ki. Gazete ve kitap ala“ mıyorum, yerde bulduğum ga- zeteleri ve mektepli arkadaşların verdiği kitapları gece soluk aşık” İı lâmbamın altında, odamda okuyorum». Onu o günü, daha can kuw- lağıyla dinledim ve ona mad- den yardım etmek; meselâ bir kaç kitap, mecmua filân ver- mek istedim. Fakat vereceğim kitaplarda ki mevzular ona ke- der verecekti; zira onlar hep zenginlik, refah, saadet terane- leriydi. O günden sonra ah” pablığımız daha fazla arttı; onunla dertleşmek onu biraz teselli etmek için hemen he- men hergün ayakkaplarımı bo- yatıyor ve sorduğu bâzı sual- lere, bildiğim kadar -onu in- ciltmeden - cevab vermeğe ça- çalışıyordum. Kabil ona Fransızca dersini ben ve- recek ve bu üç liranın her ay (Ali) de kalmasını temin ede- cektim: Bir iki defa bu parayı nasıl verdiğini, yani bütçesinin buna müsait olup olmadığını sormak istedim, fakat sonra vaz. geçtim. O çok hisli bir çocuk” tu belki bu sözlerimden müte- essir olacaktı. (Ali) de bir kal- dırım çocuğu idi; felek onuda diğer hemcinsleri gibi kaldı- rımlar üzerinde, daima elleri toz, toprak ve boya içinde, in- san papuçları temizlemeğe, bo“ olsaydı,