e 378 SERVETİFÜNUN No. 3203—518 Köylerde Yaz nasıl geçdi? Haziranın onbeşiydi. Piribeyler istasyonunun civarındaki buğday| ekili olgun başaklı tarlalar henüz munis dalgalı bir sarı deniz gibi dalgalanıyorlardı. Fakat birkaç gün sonra tarla- ların kenarlarında başakların ara- larında bulunan otlar bile artık yavaş yavaş kurumağa daha doğ- rusu kavralmağa başlamışlardı. Yal- nız bâzı sürülmemiş, boş bırakıl- mış toprakların üzerinde gelineik- lerle mor ve eflâtun peygamber çiçekleri son tomurcuklarını aça- caklardı. Köylüyü evinde, köyünde bul- mak, onuula iki çift lâkırdı etmek imkânı bir türlü hâsıl olmu- yordu. Rastladıklarımla ancak bir iki söz ediyorduk. Bu da «Hoş gel- din» «Nasılsın, pek iyiyiz çok gü- kür»den başka bir şey değildi... — Neden diyorum, bu köylü- ler bizimle konuşmak, ahbab ol- mak istemiyorlar; insana sokulmu- yorlar; ne kadar sessiz, yabancı duruyorlar. Çocukları da analarına babalarına ablalarına benziyorlar, kendilerinden olmıyana yan çizi- yorlar. Muhatabım bu şikâyetime iti- raz ediyordu: — Yok böyle deme... Onların şimdi iş zamanıdır, zavallıcıkların başlarını kaşımağa vakitleri olmaz, gece gündüz çalışıyorlar. Sâde kış aylarında bu köylü- lerle ahbablık edilebilirmiş. Evle- sine misafir gidilince ne şekilde ağırlıyacaklarını şaşırırlarmış, deli divane olurlarmış. Orak zamanı gelmişti. Bir gün orakçılarla dolu bir tarlanın önün- den geçiyordum. Beni uzaktan gör- dükleri halde aldırmamışlardı. Ama tarlaya girip yanlarına yaklaşınca gene öyle aldırmamazlık etmediler. Hepsi bir an duraklıyor, birer defa beni dikkatli dikkatli süzüyorlardı. Kim bilir onlara nekadar yabancı, tubaf geliyordum sonra gözlerini benden ayırmadan tekrar işlerine Köylerde geçen yazın son intibaları devam ediyorlardı. Bir ellerinde tuttukları tırpanlarile, oraklarile bir avuç başağın ince uzun Sapla- rını kesiyorlar, yanlarına bırakı- yorlardı. Bu kesilen birer avuç saplı bar şaklar yığıldıkça diğer biri geliyor yine ince uzun buğday saplarının birkaçını uç uca bağlıysrak bir bağ hazırlıyor, ufak yığını bağlıyor ve bir buğday demeti hazır oluyordu. Tarlanın sahibi orta boylu elli yaşlarında görünen siyah gaçlı si- yah sakallı bir adamdı. Beni sey- retmiye dalan rençberlere ikidebir: — Durmayın, durmeyın diye ihtarda bulunuyordu. Bana da: — Gel de şöyle bak, dedi, bizim kızlarımız oğullarımız karılarımız nasıl çalışırlar. Sizler bu işleri bil- mezsiniz göremezsiniz, emme, bi- zimkilerin de sizin inceliklere, iş lere akılları ermez. — Bizim inceliklere akılları ermediğine yanma ağa, dedim. A- Hele bereketli olsun nasıl bu yıl ekinler iyi oldumu bari $ Yazan : Neriman Hikmet Yüzü çok yumuşak tatlı bir şekilde gerildi : — Çok şükür ! geçen yıllardan çok daha alâ elbet... Cevabını verdi. O başka bir köy- lü ile konuşurken yanından uzak- laştım. Durmadan iğilip doğrulan bir kadının yamıua gittim, Kadın parmaklarına eldiven parmağı gibi tahtadan parmakcıklar geçirmişti. — Abla bu parmaklarındakı şeyler de ne $ diye sordum. — Ellik a kızım, dedi. Biz el- lerimize bunları geçirmesek par- maklarımız dikenden çalıdan ha. rap olur şişer, iş göremeyiz. Diğerlerinin de ellerine baktım hepsi ayni şeyleri parmaklarına geçirmişlerdi. Kadına döndüm : — Sizin işlerin en güç tarafı hangisidir. Meselâ bir tarlayı sür- mek mi, ekmek mi, biçmek mif Yoksa harman zamanı mıdır $ de- dim. — Bizce en zorlusu, en telaşe- lisi orak zamanı oluyor. Çünküm orak ayları havaların belirsiz git- diği aylardır. Bir bakarsın yağmur yağar, bir bakarsın dolu düşer, Ku-