Daha tanışalı yarım saat bile olmamıştı. Okur yazar insanlar arasındaydık. Mü- nevverlik istidadında genç bir kızdı. Yaşı ve kabili- yetleri icabı, sözünü sakın- .madan, birdenbire cephe- den hücuma geçti: — Şimdiye kadar oku- duğum her hikâyenizde alâ- ka merkezini bir kadın teş- kil ediyor. Bağlı olduğunuz başka şartlar nerede? Tas- rimi artırmakta fayda gör- müyorum; ama bu durumu izah etmenizi isterdim. Muntazam konuşuyordu. Hele hikâyelerimi (bütün zaafım ve zayıf tarafım on- lardı) okumuş olmasından tam bir (amatör) zevki duy- dum. Dedim ki: — Hikâyelerimdeki alâ- ka merkezini, nasıl bir ka- dın teşkil etmesin ki, bizzat siz bile, yeni bir hikâyemin hakikatteki vesilesi oluyor- sunuz. Maamafi sualleri- nize yine bir hikâyeyle ce- hikâyemi okudunuz muydu? — Hayır. — Zaten intişar etmedi henüz. Soruşum biraz mâ- 12 nasız... Size anlatayım da, dinleyin öyleyse. *Yalnız ev- velâ gelin, bizi kimsenin duymıyacağı bir yere gi- elim... Evden , çıktık, Rıhtıma indik. Gece karanlık, hava rüzgârlıydı. Dalgalar sert bir şakırtı ile zaman zaman rıhtım taşlarını dövüyor, uçlarında yakamozlanı- yordu: — Üşümezsiniz ya? — r Bu sert ve kat'i<hayır />- dan sonra, ıslak taşlar bo- yunca bir aşağı bir yukarı dolaşmağa başladık. An- lattım : — «Söyliyeceklerim... ya- hut böyle başlamamalı. Bundan uzun bir zaman evvel, yine böyle bir ge- cede, yani rüzgârlı ve ol- dukça sert bir gecede sizden başka bir genç kızla burada dolaşıyordum. O zaman saçlarım bu kadar beyaz değildi, yüzüm sü- rülmüş tarlaya dönmemişti, Siz, muayyen bir yaştan sonra insanın, ne kadar genç, ne kadar dinç olursa olsun, kaybettiği yaşama iştiyakına karşı nasıl bir hasret duyduğunu anlıya- mazsınız. Ben o zamanlar, kendimi çok iyi gördüğü- mü zanneder, bu yüzden, vaktimi kendi üzerimde de- gil daima başkaları üze- rinde kuvvetle teksif eder- dim. O zamanki kız arka- daşıma da -adı Sabahat*ti - kendimi öyle vermiştim ki, hakikatten nerelere kadar uzaklaştığımı, tâ, benekli perdenin önüne gelinceye kadar, anlayamamıştım. Hiç bir insanın yüzüne yakından baktınız mı? Bir tecrübe edin. Dikkatle, ama dikkatle ve görerek, hiç bir küçük teferrüatı ihmal etmeden bakın! Karşılaşa- hayat (mucizesi şaşakalacaksınız. Rengi her ân ihtizaz hâ- linde ve pek ince farklarla değişen insan cildi, rengi- nin derinlere doğru âdeta kalınlaşan, kuyulaşan me- safesi içinde sizi yutar. Bir baş dönmesine tutulursu- nuz. Yüzdeki çukurlar, göl- geler dolunca o kadar ka- ranlık, bir ruh kadar meç- hul hale gelir ki, parmağı- nızla dokunmazsanız; var- lığından, oradaki madde- nin varlığından bile şüphe edersiniz. Sabahatin yüzü- ne baktıkça öyle bir baş dönmesine uğrar, arasıra karşımdakinin o olduğuna inanmak ihtiyaciyle göz alt? larına parmağımla dokunur; bazan, hassasiyeti daha fazladır ümidiyle alnımı, ya- nak kemiğinin hafif inhina- sına dayardım. O gece, bir takım sinir buhranları ara- sında, o kızcağızın beni arkadaşlığa kabul etmesini Zaruri kılacak kadar ko- nuştum, Bir ara yağmur da yağdı. Zerre kadar duy- mıyarak ve ıslanarak do- slaştık. Sabahat fevkalâde bir mahlüktu, Hiç kimsenin dikkatini çekmiyecek ka- dar fevkalâde... Onu düşün- dükçe, fikirlerimi nasıl olup da bir noktaya toplıyabil- diğime şaşardım. Bilmezdim ki'haddi zatında bu gay- ret benden değil, onun, bende sabit bir fikir haline gelerek vardığı cazibe de- recesindendir. Sabahat, as- rımızın pek çok kızı gibi bir müessesede çalışıyordu. Daktiloydu, Uzun boylu, yö? dalgalı saçlı, bilhassa bal rengi gözleri koyu kahve- rengi beneklerle süslü bir kız... Ona karşı zaafımın mahiyetini hiçbir ozaman lâyıkiyle anlıyamadım. De-, rinliklerine nüfuz edemedi- ğim bu his rabıtasıda, o yüzden bana alelâde bir aşk hikâyesi gibi göründü. Bunun böyle olmaması için neler feda etmezdim hal- buki... Ve alelâdeliğe düş- memek için ne kadar uğ- raştım, didindim. Onu kendi gözümde o yükseltebilmek için aslâ sahip olmadığı bir takım değerleri ona mal etmeğe çalışır, sonra, galiba kendi yalanıma ken- dim inanarak, o değerlerin karşısında ezilirdim. Hemen bütün bir mevsimin bera- ber geçen akşamlarından sonra... Odış hayatı, o hareketi anlatmağa çalış- mak neye yarar? Söyliye- ceğim hiçbir'şey ayakları- nızı bastığınız şu suyun varlığı kadar, yüzünüze çarpan şu yağmur damla- larının ferahlatıcı hakikati kadar doğruluk ve sahihlik ifade edemiyecek nasıl ol- sa... Bütün o akşamlardan sonra, Sabahatle İstanbulun meyva tabağı bulunan bir masanın başında... Oraya nasıl gittiğimizi belki bir başka sefer size anlatırım. Ve ben, mütemadiyen dü- şünüyordum. Birbirine zıt gibi görünen hislerin ve fikirlerin tesiri altında idim, Kız, nihayet sordu: «Çok sinirlisiniz. — Sizi eden birşey var galibab... « Evât1.> Devam etti: «Düşünmeyin © kadar. Ne var herşeyi düşünecek? Ne çıkar düşünmekten?» Derhal Hamlet'in «düşünce hareketi felce üğratıyor> sözünü hatırladım. Sabahat (Şekspir)i okumuş mu idi? ilmem. Sözü bana pek mânalı göründü. Parmak- larım meyvalarla oynuyor- du, zihnim de fikirlerle... Gözlerim onun bal rengi, koyu kahve rengi” benekli gözlerinde... İşte o zaman, bütün ruh saffetimle sizi ©