EL başlara kurt düşü- ren bir yaz günü, Vatan kütüphanesinde Es- kimoların hayatına dair bir kitap okurken dalmışım. Kütüphane memuru Sabir efendi : — Haydi evlât gidelim! Dediği zaman kendime geldim. Biz. bu Kira “ye kütüphane» derdik. O bu kütüphanedeki çeyrek asır- lık memurluğunda liste gör- memiş, defter tutmamış, fihrist kullanmamış... Han- gi kitabi istesek, kütüpha- neyi dolduran binlerce cilt sür'atle kafasından geçer ve hemen bir rafa uzanır, çıkarır; üstelik sorar da : — Bu kitabın filân say- fasında falan mı yazılıdır? “Ben kitabımı kapatırken o da omuzundan hiç eksik gr kedisini, kedinin leri kadar yumuşak bir uşla indirdi. Belki kırk defa dikkat ettiğim hazırlık hareketlerinde kıl kadar bir tekerrür hatası yapma- dan, - gözlüğünü çıkarıp mahfazasına ve iç cebine koydu, ara kapıyı aynı .yerinden itti, dış kapıyı: aynı yerinden çekti ve merdivenin ilk basamağına ayağı ile de geriden çar- pılmağa gelen kapıya ha- fifçe fren yaptı, sonra bir Mağ yarı dönüşle «elifiye» pan- talonunun yanından sarkan anahtarı «tık» dedirtmeden yerine yerleştirdi, nihayet ağzını da anahtarla bera- ber sola doğru bükerek işini bitirdi : — Gel bir de Selâmi babaya uğrıyalım. Dedi. Kütüphane avlusunu, ö- nümüzdeki ana cadde ile Postahane Oo meydanından ayıran parmaklığın iç ta- rafı, günün her saatinde Burası kütüp- hanenin içine benzer serin- liğini, nazardan kaçırılmış eski bir portakal ağacın- dan alır; işte bu ağacın altında (portatif) bir yazı- hanesi var Selâmi babanın. Biz «Selâmünaleyküm» de- meden o, «Aleykümselâm» ı çekti ve gözlüğünün çerçe- vesi ile kaşının arasından bakarak, nüfus dairesi ka- pısında evrak bekler gibi etrafına çömelmiş birkaç köylü ile konuşmasına de- vam etti. Köylü anlatıyor- du. Biz de kulak misafiri olduk : — Mektup yazdık aynı- nı alamadık, buyol da bir tel vuralım. — Oğlan nerede asker? — Bolayır'da... İşte pos- ta numarası da yazılı ama, okumaya uzun hesap ister. Gözünü seveyim dokunaklı yazıver. Ârife tarif gerekmez, işte bizim Selâmi baba, posta- hane karşısında, fakat kü- tüphane avlusu içindeki bu portakal ağacı altında ha- zır mektupçuluk ediyor; tel- gıraf yazıyor, havale kâğıdı dolduruyordu. Hazır mek- tuplariyle telgıraf örnekle- rine diyecek yoktu ama, o bilmece gibi hazırlanmış havale kâğıtlarında zorluk çekiyordu. Zaten işlek ve ölçülü yerlere sığdırılacak x yeni ii da yoktu; defa inceltme veya b üc kullanılacak yerlerde «Üstün», «Esre gibi eski işaretler koydu- gu görülürdü. Bu para kâğıtları onun zıddına git- tiği kadar, köylülerin de bi- ricik derdi idi. Geçenlerde birisi şöylece anlatıyormuş: — Postahanenin (o para yatırılan yerine bir avrat oturtmuşlar, «Kızım para koyacağız» dedim, elime kırmızı kâğıdı tutuşturdu. Ben de on pangonotu o- nun avucuna verdim, ba- kıştık kaldık. «Olmadı» de- di, ben «Oldu işte ya! Sen koçanı verdin, ben de parayı, şimdi yaz adresi» dedim. Meğer iş öyle değil- miş, bu kırmızı kâğıdı biz dolduracakmışız. Kıza da çıkıştım ama: «Senin işin buraya oturup kırmızı kâ- ğıt dağıtmaksa maaşına yazıktır, koy onları şu ma- sanın üzerine, lâzım olan kendisi alıp geçsin.» de- dim. Öyle ya, pazar ye- rinde bizim kâtibi yakala- dım, o bile beceremedi, arzuhalcıya vardık, elli ku- ruş istedi. Bunları boş zamanlarında hep Selâmi baba nakleder; böyle (orijinal) hâdiseleri çabucak fıkralaştıran bir zekâsı var. Buna rağmen kendisi “her haliyle (Mors) alfabesinin bunattığı bir ih- tiyardır; masa üzerinde dai- ma parmaklariyle (mors) a göre tempo tutar, konuş- mazken çenesi (mors)a göre titrer, konuşurken de öyle, kesik kesik veya çabuk çabuk... Arada, yalnız bir cadde olduğu için ekseri- ya postahanenin caddeye 40 açılan telgıraf dairesi pen- ceresine kulak kabartır, çe- kilen telgırafları dinler, bu suretle yüzünde ciddi ve sevimli ifadelerle yazdığı telgırafların çekilişini kon- trol eder, hattâ parmaklık- lardan oraya seslenerek tashihler bile yaptığı olur. Selâmi baba müşterileri- ni savar savmaz, Sabir e- fendiye yanındaki (tabure)- yi, bana da son müşterinin * masa üzerine bıraktığı iki eze gösterdi : — Sana zahmet olacak evlât, insane bir şey ye emedim, şununla iyisinden biraz üzüm alıver ! Dedi. Üzüm almağa gidiş ve dö- nüşümde, sabahtan beri bir şey yemiyen bir adamın üzüm arzulamasının ne de- mek olduğunu düşünüyor- um. peynir üzüm ve iç sinekle ibaret lokmaları- ni dişsiz ağzında dudakla- rını burnuna değdirerek evi- rip çevirirken, Sabir efendi üçümüzü örten süküt per- desini bir ucundan kaldırı- yesi gülümsedi. Selâmi baba anlatmıya başlarken, biz yeni dinliyormuş gibi alâ- kalandık. Halbuki Oo, bir yerinde kelime değişikliği yapsa tashih edecek kadar ezberlemişti <Biz tahdidi. sinne uğrıya* cak adam değildik; tahdidi sin, telgırafta temdidi alâka- beş yıl (maniple) başında çalışmış adamım. Meşhur (Nutuk)da, telgırafçılara dair satırlar bizim içindir; Ferit Paşa kabinesinin yıkılışını Mustafa Kemal'e müjdeli- yen Ankara telgırafçısı Se- lâmi, bana derler. İstanbul işgalinde şehit edilen tel- gırafçı Hamdiyi ben yetiş- tirmiştim. Biz uyuklarken kulaktan aldığımız telgırafı, uyanınca dilden yazdırabi- liriz. Dünkü çocuk”olan şu posta müdürü, bünları bil- mezde: «Mevzuat müsaade etmez» diye beni postahane önünden kovalamaya kal- kar. Bizim böylece icrayı