Maya . mütemadiyen dolaşır, ken- TİYETTEN, BERİ. İnkılâp Nasılki öyle oldu. > zarfı verip Mü- şürün yanına girmiştim ki, arkam- dan koştu. Telâşlı telâşlı zarfı verdi: «Vallahi efendim, bilmiyerek açtım» dedi. İbrahim Paşa zarfı açtı, içindeki kâğıda şöyle bir baktı; üst sağ köşe- sindeki (Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti) damgasını gördü. Kâğıdı okumadan büktü, yanına: koydu; Ab- dülkerim beye: «Telâşa lüzum yok; ne olduğunu biliyorum.» dedi. Bu mektubu getiren Naci adında bir gençti. Kendisini o vakit tanımı- yordum. Şimdi Dahiliye Vekilliği Em- niyet Umumi Müdürlüğünde Teftiş Heyeti reisi olan Naci, o vakit Selânik Hukuk Mektebi talebesindendi. Talât da bu mektebe talebe olarak devam ediyordu. Birgün Müşür beni çağırdı: dit Palasa git, İsmail Mahir Paşaya benden selâm söyle, buraya kadar gelmek zahmetinde bulunsunlar!» Em- rini verdi. Atıma binmedim: tıramvaya atladım, otele gittim. Paşalar salonda yemek yiyorlarmış. Beni salona aldılar; Mahir Paşa öteki salonda biraz bek- lememi rica etti. On dakika kadar bekledim. İsmail Mahir Paşa yanıma geldi, «Araba 1s- marladım, gelsin, şimdi gideriz» dedi, çıktı. Yanıma Süleymaniyeli Fehmi . bey geldi: «Paşayı ne için çağırıyor- lar acaba?» diye sordu. «Bilmiyorum» dedim. O çıktı, paşa girdi: «Araba bekliyor; haydi gidelim» dedi. Birlikte aşağıya indik; otel kapısı önünde bek- liyen açık faytona bindik. Saray ça- vuşlarından birisi de arabacının yanına, dışındaki ormanda, istas- yonda... Hele hat boyunda Splan- giden tirenleri heyecaniyle (lokomotif) in püskürttüğü yüzü bize dönecek surette yan otur- du. Bunun mânasını çarçabuk anladım: Bana emniyet yoktu. Ne olur, ne ol- maz, tedbirli davranmayı uygun gör- müş olacaklardı. Arabada paşa söze başladı; «Bizi buraya tahkikat için gönder- Gi Güya vi va Kabitleri yeti tmaa vr verdikleri adam, alçak, naHius- suz bir heriftir. Bütün mektepli zabit- leri lekelemeğe çalışıyor. Evvelki gün kızdım, üzerine yürüdüm. Karyolanın Hürriyet arıyan kıyafetler altına kaçıp saklandı. Az daha geber- tecektim keratayı! Ah, bu herifler! Bir kuyruk kazanmak için her türlü alçaklığı yaparlar.» Sözü bu yolda uzadı gitti. Kendi- sinin, mektepli zabitlere itimadı oldu- ğunu, buraya ancak bu vaziyeti tesbit etmek için geldiğini anlatmak istiyordu. bir çocuk seyreder ve git, gitl.. sem, onunla bir defa, yalnız bir defa gidebilsem. Git, Bitmiyen yollar... Jayatımızdan Sayfalar : 79 Kâzım Nami DURU Neyse, daireye geldik. Merdivenden yukarıya çıkarken, candarma islâhına memur İtalyan generali (Robilân) Paşa ile karşılaştık. İsmail Mahir Paşa ge- neralı selâmladı. Bana dönerek: «Paşa hazretlerine hürmetlerimi söyleyiniz. Kendilerini tanımakla şerefyabım. Hiz- metlerinden Zâti Şahane çok memnun- durlar» dedi. Bunu (Robilân) Paşaya tercüme ettim; o, yalnız kuru bir te- şekkürde bulundu, yürüdü. İbrahim Paşa her işe beni çağırıyor, memur ediyordu; tercümanlık için kon- soloshanelere beni götürüyordu. Şemsi Paşanın ölümünden sonra, İzmirden vapurlarla gelerek Manastıra gönderilen sekiz taburun da orada mıhlanıp kalmasından sarsılan saray, artık ne yapacağını bilmez bir hale gelmişti. Rahmetli Mustafa Necibin, İsmail Canbolatla birlikte merkez kumandanı Nâzım beyi öldürmiye gitmeleri, Nazım beyin yaralanmasile yarım bir netice bulması hadisesini ilk yazımda anlat- mıştım. Bundan sonra Selânikte, (Ko- lombo) otelinde oturan bir alay müftü- sünün, otelin önünde arabaya binerken vurulduğunu duyduk. Müftü, yaralan- dı, araba ile istasyona giderek tirene atladı, İstanbula kaçtı. Bu silâhı kim attı? Bilmiyorum; fakat o günlerde rıhtım boyunda yaralanan kaymakam Yakup beyi vuranın mülâzım Siyami adında, şimdi arasıra Köprüde rast- ladığım genç bir arkadaşımız olduğu- nu biliyorum. Gerek müftü, gerek bu kaymakam hafiyelik ediyorlardı. İstasyon sokağına çıkar çıkmaz, pis, uyuz, bitkin, sağ ayağı kırık ve havada, Bazan disiyle konuşan, daha doğ- rusu kendisini dinlen iye ta- hammül eden birini bulunca konuşur, hattâ bazan bir mırıltı halinde şarki söyle- diği de olurdu. Bilhassa is- tasyonu çok seviyordu. Gü- nün birçok saatini hat bo- yunda, raylara kulak vere- rek'ses dinlömekle geçirirdi. kasabanın hemen dışında, altından raylar ge- çen bir taş köprünün paslı demirlerine dayanır; gelip, 12 siyah duman bulutlarından gözleri yaşarıncıya, başı dönünciye kadar oradan ayrılmazdı., — Tiren, tiren, derdi, ne kadar güzel makine... Kim- bilir nasıl işliyor, nasıl gi- diyor; sonra ne kadar uzun; hele sesi?.. Ve vagonları sayardı: «1. 2. 3. 4. ilh... Kimbilir nere- lerden, hangi büyük şehir- lerden geçiyor? Ona bir defa, yalnız bir defa bin- Demiryollariyle tirenin te- kerlekleri biribirine sürt- tükçe ne güzel sesler çıka- rır. Güneşte parlıyan ray- lar. Bu raylar boyunca gi- debilirim, gidebilirim ama; ya sonra topal ayaklarım beni aç kedilerime yetişti- remezsel» * *»* Kader, beni bu kasabaya, tam üç yıllık bir ayrılıktan sonra tekrar attı. Wu kuzguni siyah bir kedi gör- düm; yanımdaki arkadaşa bağırdım: — Ay, bu Baba Zekâinin Gece'si değil mi?.. Bak, ne hale gelmiş?.. — Baba Zekâi, bir sene evvel, hat boyunda maki- nelerin manevrasını seyre- derken tekerlekler altında kaldı. Şimdi bu kedi, tıpkı onun gibi, sağ ayağı kısa ve havada; sokak sokak dolaşıyor. o Emin ÜLGENER