e Mg ©U, hemen her gün görürdüm. Ortadan uzunca bir boyu ve bu boy üzerinde, vücudiyle müte- nasip, biraz sola meyleden büyücek bir başı vardı. Saçları, uzun ve yağlı, si- yahtı. Şakaklarından dökü- len perçemleri yine çok gür ve simsiyah kaşlariyle ka- rışıyor; aşağıya kıvrılarak sakallarının arasında kay- boluyordu. Çenesi hafifçe ileriye çıkıktı. Yüzü, elma- cık kemikleriyle çenesi ara- sında gerilmiş, sarı ve kıllı bir deri parçası gibiydi. Küçük; lâcivert gözlerini acele acele kırpıştırır ve insana daima gülüyor hissini verirdi. Sağ ayağı kısa... Yürür- ken, her adım attıkça, mut- tarit bir ahenkle vücudu sağa doğru inip kalkıyor... Nedense süslü görünmek zaafı vardı. Hemen hemen “izlerinin üst kısmına kadar inen uzun ceketinin yaka- larında, her zaman bir kıra- vatın kurdelâ gibi bağlan- mış olduğu görülürdü. Yer yer lekeli pantolonunun ütü- süz olduğunu gören olma- mıştı, Gömleğinin kirli yen- leri, ceketinin kollarından dışarıya çıkardı. Kimdi? Nereliydi? Bu ka- sabaya nereden gelmişti? Kimsesi var mıydı? Bunları bilen yoktur. Hattâ ismi bile hakiki olarak bilinemez. Bazıları «Baba Zekâi», ba- zıları «Zeki efendi» derler; ve çocuklar ismini bile ilâ- veye lüzum görmeksizin onu «Topal dede» diye çağırırlar. Bilinen birşey varsa, o da, onun kasabanın kenar mahallelerinden birinde top- rak bir odada, kedilerle beraber yaşadığı... Onun her birine isim verdiği bir- çok kedisi vardı: Gece diri Yumak, Sarman, Mer- . Kasabanın sokakla- ve dolaşırken, arkasında daima bir iki kedi... Çağırdıkları zaman bir kahveye girerken, kedile- rinin dışarıda kalacağına üzülür, girmek istemez, fa- kat çağıranların ısrarlarına da dayanamaz, kedilerini okşar ve öyle girerdi. Ke- Topal dileri de, o, kahveden çı- kıncıya kadar güneşli yer- lere yatar, onu beklerlerdi. Yaşını da kimse bilmez. Görünüşe bakılırsa 55-60 yaşlarında... Fakat yakın- dan tetkik edildiği zaman gözleri derhal bu hükmü vereni tekzip eder. Yaşı kendisine sorulunca, soranı kırmaktan korkarak tatlı Ne olacak? Onlar yaşan- ış. Yaşanmışı hatırlamak- tan birşey çıkmaz. Yaşı- yacağımız günlere bakalım! O zaman sorarlardı: — Peki, Baba Zekâi, da- ha ne kadar yaşıyacaksın? — Onu siz de bilirsiniz, siz ne kadar yaşıyacaksa- nız o kadar. 40, 50, 60, 70... Bildikleri halde yine so- rarlardı: — Karın var mı, Baba Zekâi? — Var, veya yok; ölmüş, veya yaşıyor; bunu bilmek size bir fayda vermez. Siz daha face şeyler öğren- miye bakın | Ve ilâve ederdi: — İstasyona kadar gide- ceğim, vakit geçiyor. Emin ÜLGENER Sağ ayağını uzaklaşırdı. Her kesle dosttu. İnsan- ları, Allahın, dost olsunlar, biribirlerine yardım etsinler diye yarattığına inanırdı Kedilerini taşlamıyan ço- cuklarla arkadaşlık ederdi. ci İnsanlar hakkında derdi iz sürüyerek — Her kesle dost ola- bilmek için, onlardan fena- lık gelmemesi için, onlarla kendilerine göre konuşmak lâzımdır. İnsanlar fena de- ğildirler; Allah fena şey yaratmaz; onlara: fenalık yaptıran, muhataplardır. Her hadise, onu alâkadar ederdi. Hadiseden hadiseye, mevzudan u çabuk atlardı. Bir insanın yoldan geçmesi, onun sa- hifelerce konuşmasına ye- terdi. Kendisini dinliyen ol- masa bile, kendi kendine konuşurdu; söze güveni büyüktü : — İşte, derdi, bu da insan; bunu da Allah, yaşaması, dünyayı görmesi için yarat- mış... Hayır, hayır, bu in- sandır ve iyidir. daima iyidir. Bak ne güzel yürüyor; yalnız topal değil... İLİ KÖTÜ: ANKARA ,ı a Cc İki ayağı da bir... Ben to- palım; benim bir ayağım kısa... Ben kimseye fenalık etmem. O da etmez. Belki biraz hızlı yürüyor. Bunun ne zararı var? Bir işine yetişecek... Topal olmasay- dım, ben de hızlı giderdim. Bazı akşamlar, kedilerim aç kalıyor; ama olsun, ben daha evvel yola çıkıyorum ve ağır ağır -yürüsem de; yine topal olmıyan insanlar gibi kedilerime yetişiyo- rum. Saati soran birini görse, hemen mevzuu değiştirir ve: derdi, bu ediyor. Saati niçin soruyor? İnsanlar zamanı parçala- maktan âcizdirler. Kaldı ki, onlar «tik tak» diye sesler çıkaran küçücük bir makine da olur. Geç kaldım diye yapılmıyan bir iş, zamanda yeni gecikmelere sebep ol- maz mi Bir çeşmenin açık kaldı- ğını görmesin; derhal onu kapar ve sözü açardı: — İnsanlar, insanlar, dos- tum, derdi, iyidirler; iyi mahlüklardır. Ama bunu akar bırakıp gitmişler... Öy- le ya, bu suyun ve daha birçok şeyin kıymetini bil- meksizin ondan istifade €&- derler. Onlar için mevcut- lar; bütün vasıflarından sa- dece istifade ettikleri müd- detçe vardır. Ah, insanlar kendilerini insai. yapamı- yorlar. Göklere bakar ve mırıl- danırdı: — Yarabbi, ne kadar bü- yük bir dünya yaratmışsın... Bu dünyada yaşıyor sayı- lanların sayısını biz bilemi- yoruz, bilemeyiz... Bu gök- lerden öteye, ötelere git, git, git, ne var? Bir duvar aklımıza *gelebiliyor, ama ondan sonra... Ya o duvarın arkasında ne var? Her ne varsa; ya onun ârkasında?.. Ona her yerde rastlamak kabildi; çarşıda, sokak baş- larında, her hangi.bir kah- vede, kır yollarında, kasaba (Sayfayı çeviriniz) "