mm lm Boy, bir seksen. Gövde bir elli. Yüz, koyu kara. saçlar ; Kıvırcık, kurum. Du- daklar; az sarkık, çürük vişne. Kapakları devrik az kanlı gözleri, konuşarak ba- ıyor. Ses, harem ağalarının se- sinden biraz kalınca. Hangi şehzadenin, hangi hanım sultanın sarayından yetişmiş? Onu bilmiyorum. Yalnız, saray terbiyesi, onun ikinci bir kaftanı. Onu çocukluğumda tanı- mıştım. Akrabamız Giridi zadelerin konağında, sonra, evlerinde, yalılarında . içli dışlı olmuştuk. Çok temiz giyinirdi. Ko- lalı gömlek, dik yaka, koyu kırmızı boyun bağı, beyaz pike yelek, koyu lâcivert ceket, pantalon, sivri burun- düğmeli potin. Yelekten, parmak kalınlığında bir al- tın köstek sarkıyor. Elinde gümüş saplı abanoz baston. Harem ağalarının içinde, temiz giyinenlerin değil, va- kur giyinenlerin onun ka- dar yakışdıranını görmedim. Harem ağalığı, bir nevi uşaklıktı ama Ferhat ağa, uşak değildi, «efendi» idi. Onda, «efendilik» sırıtmı- yordu. Bizim eve gelirdi. Anneme : — Valide! derdi. Ferhat ağa, huvarda mi- zaçtı. İçkiye de bir az düş- kündü. Şarabı, birayı se- verdi. Bize geldiği zaman, an- neme perde altından çıtla- tırdı: — Valde, yemekten ev- vel olur mu? Annem, onun hatırını kır- mazdı. Ya bira, yahut şa- rap aldırtır, küçük bir tep- si hazırlatırdı. Ferhat ağa, birayı, şarabı, göz'erini sü- zerek, damağını şaklatıp dudaklarını dilile temizleyip, sindire sindire içerdi. İçki- nin keyfini çıkarırdı. Bunu, ben, çocukluğumun son senelerinde gördüm Delikanlı olduğum zamanlar, Ferhat ağa, yine bizim eve geliyor, ve yine: — Valide, yemekten ev- vel, olur mu? diyordu. Ben de kardeşlerim de onun zaafını anlamıştık. Ar- tık, söyletmiyorduk, o ge- lince, soruyorduk : — Ağabey, bira mı, şa- rap mı?, Ferhat ağa, buna sevini- yordu; a keyfli gülmeğe başlıyor — Bu veli bira içelim. O geldiği geceler, odası, yatağı hazırdı. Biz, Yeni- göyde, Kadıköyünde iken, Ferhat ağa geldi mi, yerinin hazır olduğunu bilirdi. Ka- pıyı çalışında, oturuşunda, yeyip içişinde, bir emniyet vardı. Güvendiği bir yere geldiğini her halile anlatırdı. Bizi ailenin başka bir kolu da vardı. Ferhat ağa, onlara, çok bağlıydı. Bu kolun bir gösterilirdi. Halbuki serse- rilikte, dolandırıcılıkta, ah- lâksızlıkta parmakla göste- rilecek bir çeşit mahlüktu. Annesinin ahbabı, gayet saf, iyi kalpli bir paşa karısını kandırmış, kocasından ayırt- mış, bir çocuğu olmak üze- RR ii NE Mİ 0: : re iken, kadıncağızı rahmeti rahmana kavuşdurmuştu. Babamın hanına kiracı olmuştu. Ticaret işleri ya- piyordu galiba. Aylıkları takmış, sıvışmış. Sonra, avu- kat olmuş. Meşrutiyet ilân edildiği vakit, Darülfünuna diploma sorulmadan talebe alınmıştı. Bu yadigâr da, o sırada «Mektebi Hukuk» a girmiş, orsa boca bir «Hu- kuk diploması» almış. Ta- bii, avukatlık hakkı, mü- ekkillerini dolandırmış, vur- madığı yer kalmamış. Tam manasile bir «Hanım evlâdı» idi vesselâm... Ferhat ağa, bu hanım ev- lâdına inanıyordu. Elinde birkaç kuruşu vardı. Ferhat ağa mı akıl etmiş, yoksa Hanım evlâdı mı onun aklını çelmiş, burası biraz karan- lik, Ferhat ağa, parasını iş- letmek istiyor. Hanım ev- lâdı, kârlı bir iş buluyor. Zavallı arap, olan parasını veriyor. ti Hanım evlâdı, hemen faa- liyete geçiyor : — Salı günü kömürler gelecek! Sen Fındıklı iske- lesinde bekle! Ferhat ağa, Fındıklı iske- lesine gidiyor. Mevsim, kış; Arap, deniz kenarında, tit- riyor, aksırıyor. Bekle gö- züm, bekle! Ne gelen var, ne giden! Beriki, kolay ele geçer mahlük değil. Tesadüf ola- ucak, Ferhat ağa serseriyi yakalıyor, yakasına yapışı- or: — Kömür kayığı nerede? Serseri, hazır cevap, çok- tan kılıfını hazırlamış : — İşi büyük tuttuk. Ben de seni görecektim. Daha, yüz elli lira lâzım, yüz elli lira eklemezsen, verdikleri- miz de gidecek Sermayeyi kurtarmak için, fedakârlığa katlanmalı; Fer- hat, bir şehzadenin hediyesi olan pırlantalı, zümrütlü,. kalın YADAK, a saatini çıkarıp veriy: — Sade Ti değildir, taşları da vardır. Sekiz yüz lira verdilerdi. Bunu, rehi- ne koyarsın, kömür gelince, — Çarşanbaya, Fındıklı iskelesine ge! Ferhat ağa Çarşanba gü- .nü, Fındıklı iskelesinde, Bekle gözüm, bekle! Ne gelen var, ne giden! Yine üşüyor, titriyor, aksırıyor, öksürüyor, hastalanıyor. Kömürden de haber yok, saatten de... Ferhat, kömüre verdiği paradan ziyade, yadigâr saate yanmıştı, yıllarca saati sayık'adı. Nereden aklına esmiş, kim söylemiş, kim götür- müş? At yarışlarına merak sarmaz mı? Yarışların bi- rini kaçırmıyor, bir at çif- tesile yere yuvarlanıyor. Zavallıyı baygın bir halde kaldırıyorlar, hastaneye gö- türüyorlar. Yaşıyor amma, beyni sarsılmış. Biz, neden sonra, duyduk. Eve gelmişti, bizi tanımadı. Evi, nasıl tanımıştı? Bunu anlayamadık. Acaba, şuursuzluğun da ayrı bir şuuru mu var