ama, bizim neremizde sanatkârlık var? iz bir sanatkârın yaratmış, olduğu eseri ezberliyerek sadece temsil ediyo- ruz. Ben, sen veya bir başkası... Bu işi herkes yapabilir. Kimisi biraz da- ha ustadır, kımısı biraz acemidir netice değişm Kunduracı ker; top top kumaşlar bir de bakarsın ki kostüm oluvermiş: İyi kundura yapan da vardır, fena kundura yapan da; terzinin hem usta- m de acemisi... Bunlar sa- natkâr sayılmayıp zanaatkar sınıfına gi- riyor da, bir başkası tarafından düşü- nulup yaratılmış tipleri sarf temsil et- sanatkâr sayılıyoruz, aklım ermiyor Meslekdaşlarımın gücüne — gitmesin ama, bızım sanatkârlığımıza ben akıl de, lük hayatlarındakı hallerini biz sahne- de taklit etiğimiz için sanatkâr sayılı- yorsak bu sanatkârlık denilen nesne- pek basit ve entipüften bir şey ol- dugu anlaşılır. O zaman da hakiki sa- natkârlara başka bir sıfat bulmak lâ- Zzım...» İstanbul'da hakikaten tiyatro diye- rek görülebilecek biricik yapıyı yaptır- muvaffak olan ve — tiyatroculuğa sıfırdan başlıyarak, bu derece modern ve lüks bir tiyatro binası — yaptıracak kadar parayı tiyatrodan kazanan Mu- Karaca'nın bu — konuşması çok Muammer son yurt turnesinden bir kaç gün evvel dönmüş, tiyatrosunun son (hazırlıklarına nezaret ü tiyatrosundaki lüks Muhata- bı mesleğin yabancısı değildi, bununla beraber Karaca'yı hayretle dinliyor, bu- n biraz curetkârane bir mütalâ ol- dugunu söylüyordu. Muammer ısrar et- ti: «Cür'et bunun neresinde? Hangi- miz sanatkâr olduğumuzu ispat edebılı— derken, öte taraftan da salondaki kalaba— lığa bakıp —bu akşam d onra, dur, başlımızın uzerınde taş lerce defa yalvarıp bir türlü yaptırama- dığımız bir mizanseni, aldığımız bir müptedi, lâ başarıyor. Bu hâdise nadirattan olma- dığına göre ya sokakları — sanatkârlarla utta Tıyatroda yaratıcı müelliftir, gayrisi ya— Fılm Yeşilcam soka Y eşilçam sokagındakı yazıhanelerden birine, sabahın onunda bi am girdi. Uzun boylu, ki yapılı dazlak baş— lı bir taşralı idi. Lâubaliliği de aşan bir teklifsizlikle masa başındaki prodüktö- AKİS, 5 ŞUBAT 1955 rü selâmladı ve davet beklemeden otu- rarak anlatmaya başladı. Çukurovadan gelmişti. Orada bir bar işlettiğini, iş dolayı- siyle aradabir böyle İstanbula gelip Ye- şilcam sokağına — uğradığını, «ihtiyacı» kadar kız alıp Çukurovaya götürdüğü- nü, böylece namusu ile çalışıp kazana- rak geçindiğini anlattı. Bu günde bu- raya gelişinin sebebi idil Yalnız, kendısıne Üüçünün de elinde kız bulunmadığı için buraya girdiğini, para uyuşabilieceklerini, yalnız kızların gösterişli ve ehil olma- Prodüktör, kan beynine hucum et- miş, —kıpkırmızı kesilmişti. Oturduğu yerden fırlayarak: «Efendi, efendi ben sinema prodüktörüyüm, muhabbet tel- lâlı değil» demek ve sille tokat, dazlak başlı adamı kapıdışarı atmak için bü- yük bir arzu duyuyordu. Fakat yapa- madı, söyliyemedi, alacağı cevabı bili- yordu: «Sen prodüktörsün de onlar bostan korkuluğu mu? Bu sokakta elli yazıhane var ki hepsinin kapısında film- ci olduklarını ilân eden tabelâ asılı...» Gerçekten İstanbul'da ticaret oda- sına kayıtlı tam seksenbeş tane film şirketi vardır. Bu irketler en tenbel bir hesapla senede ikişer film yapsalar, yılda yüzyetmiş adet yerli film çevril- mesi icabeder. Aynı hesapla dublâj ve ithal malları da yeküna vurulursa, si- nemacılıkta mühim bir rakama ulaşmış olmamız gerekte. Halbuki hepsi bir ta- rafa; memleketimizde senede topu to- pu yirmi film çevrilir faaliyeti ile birlikte uç beş tanınmış firmaya inhi- sar eder. O halde, diğer yetmiş küsur yazıhane neyle geçinir, neyin ticaretini yaparlar? Film şirketi olarak tescil edil- SANAT miş fakat yıllarca filmcilikle alâkalan- mamış müesseseler var. Bunlar kiraları- nı Öderler, vergilerini verirler, adam is- tihdam ederler.. Bu filmle alakası olmayan film ya- zıhanelerıne hiçbir suretle filmi çekil- iş film: yıldızlan gelir, iş müzake- relerı yapar, hattâ angaje — olunurlar Binaenaleyh Çukurovalı barcı, barın rının arasına almış, filmciliğimizi düşü- nüyordu: Diyordu ki: «Bana göre üç yol tu- bir hedefe varmalı. Bu bir noktada bırleşecek olan üç yoldan birisi fîlm pi- yasasının tanzimi ve kontrolüdür. İkin- cisi çevrilen filmlerin kalitelendirilme- si, üçüncüsü de film işçilerini sendika- lara bağlamak... Bilindiği gibi hem büyük bir ham film sıkıntımız, hem de insafsız bir ka- raborsamız var. Filmin tevzii her tescil edilmiş film şirketine hak tanımak su- retiyle yapılır ve film alan firmalardan şüphesizdir. Bu garantili bir ticarettir. Onbinlerce lirayı uzun vadeli bir işe yatırıp film ç evirmektense, liradan alm. negatifi h emen günü 500 lıradan kolay şeklidir. Bunu alâkalılara akıl öğretmeye tur. Bir tevzi devre d tabı tutmaları yı Kalite bahsine gelınce den mühim bir yol. Her ne kadar mevcut bir film kont- rol komisyonumuz — varsa bunun fonksıyonu sansür hudutları ıçınde ka- ni — sıkı kontrole r de artar bile. Bu hepsin- Filmin sanat değeri hakkında hiçbir tasnif yapam Halbuki, halk böylesini seviyor» safsatası ile, hiçbir senaryoya sadık kal- ahneleri alabildiğine baya- ü sınıflandırması — ile karşılaşırsa, ve inin vergisini de bu Handırmada alacağı puan nisbetinde azalıp çoğa- «halkın ne istediği» ni Filmlerimiz bu defa Mevcut kurdelâ- lacağını bilirse, daha iyi görür. kalite yarışına girişti. larımızın kalitesizliği, madığımızdan değil, lığını keşfetmiş — olmamızdan ileri gel- mektedir. Filmciliğimizin «yaptırıcı»lan bakı- mından ele alman bu iki yola muvazi «yapıcılar» — tarafı var: ve te nisyenlerinin şekillendiren, hu- duttandıran bir «sendika». r film sanatkârları ve teknisyenle- ri sendıkasının bu sahada çalışan işçi- lere saglıyacagı faydalar yanında, va- zedeceği mükellefiyet sayesınde patron— $i