larını sanan eski insanlar değiliz. Bir Fransız hatibinin meşhur bir sözüne göre: “ Gökte öyle yıldızlar söndürdük ki bunlar artık bir daha parlıyamıyacaktır !,, Fezanın ve zama- nın ummanı yahut ummanları içinde sanki dünya nedir? ve sanki biz neyiz? Hakika: ten hiç bir şey! Ve bize bunu öğreten ilim- dir. Semayı ölçünce varlığın cesametine ris- betle dünyanın bir toz zerresinden ibaret olduğunu gördük. Bu sema içinde birer kı- vılcım parçasından ibaret olan güneşler ve birer çamur zerresinden ibaret olan kü- reler, dünyalar var. Ve bütün bunlar, bili- yoruz ki, hep yanıp sönmeye mahküm olan fani ziyalardır. İlmimizin gözlerile yıldızla- rın bile bizim gibi iki karanlık arasında ça- kip söndüklerini görüyoruz. nsanlar böylece eski dinlerine, baş- larının üstünde kendi ruhları için yanan hususi yıldızlarına, yer yüzünde kendilerine refakat ve kendilerini siyanet eden şahsi meleklerine ve yarın ahrette kendilerini karşılayacak Cennete itimatlarını kaybedin- ce büsbütün sönmüş eski yıldızlardan kalan karanlıklar altında bu defa Cennetten haki- katen koğulmuş gibi kendilerini yalnız ve öksüz hissettiler. Kendileri böyle geçerken karşılarında her bahar yeniden hayata do- gan tabiatin hissizliğini, o milyonlarca yıl- dızlarla ışıldıyan göğün sükünetini kırmak kabil olmıyacağını, nafile yere imdada ça- ğıran seslerin hep boşluk ve karanlık içinde kaybolduğunu ve duaların bir merhamet tevlit etmek kudretinden mahrum olduğunu göre göre pek acı bir yeise düşmeleri mu- kadderdi. Artık ruh aslında taşıdığı ihtiyaç- lara hiç tekabül etmeyen bir muhit içinde eski Cennetin daüssılasını çekiyordu. Nasıl, bütün hayat ve dünya bundan mı ibaretti ? Toprak kokusu her taraftan tüterek her şeye siniyordu. Vücutta bugün duyulan ruh bile yarın toprak olacak değilmiydi? Mademki her şey tâ evvelinden beri ölüme doğrukurulmuş- tur, demek ki yer yüzünde yaşıyan bir ölüm, tekevvünde olan müstakbel bir ölümden ibaret- tir. İşte hakikatlerin en acısı olarak faniliğimi- zin bu ilmine erip artık ona itikat ettiğimiz gün duyduğumuz elem elbette payansız ola- caktı ve filhakıka payansız olmuştur. İnsan kalbinin duyduğu bu elemin ise, muazzam bir nehir gibi, hep bu ilmin kaynağından nebean edip geldiğinde şüphe yoktur. Ve bu elem ve acı şüphe yok ki nakil ve tespit olunmaya değerdi. Şairler ve edip- lerin asaleti, asıl ruh ihtiyaçlarının kâtipleri oluşlarındadır. Bu hüzne ve bu iztıraba mâ- AĞAÇ kes olmak ve bunları ifade etmek edebiyatın rolü, vazifesi, ve diyebiliriz ki asıl kendisi- dir. Bundan dolayı bu fanilik elemini tefsir ve terennüm etmeyi hiç yeni bir şey addet- memelidir. Bilakis tâ eskidenberi şairler ve edebiyatçılar bu acıyı herkesten çok duyup düşündüklerinden bu gayet eski bir edebiyat ananesidir. Şark ve garpta geç- miş zamanlarda ve bugünkü günlerde fa- niliğimizi böyle hassas ve müteessir bir kalble duymuş ve bunu cazibeli ve tesirli bir surette ifade etmiş olan şair ve muhar- rirlerin yalnız bir listesi yapılsa bu maka- lenin hacmini geçerdi. arkın bütün şairleri içinde garbin en çok okuduğu ve sevdiği Ömer Hayyamın şiir kitabı hep adem karşısında geçen bu haya- tın faniliğine isyan eden ve hep onu adem- den mümkün mertebe korumak için zevk ve vuslete koşmayı tavsiye eden bir elem ve bir felsefe ile doludur. Ve ademi vaktile daha az duymuş ve düşünmüş olan şark içinden garbin bu şairi tercih etmesinin se- bebini itikadımca asıl burada aramalıdır. Bu fanilik hüznile adem endişesi, deni- lebilir ki, bütün garp edebiyatlarını hatsiz. ve hudutsuz figanlarla doldurmuştur. Fakat bilhassa on dokuzuncu asırda ve bu asrın da ikinci kısmındadır ki bu his, bu elem edebiyatı pek ziyade sarmış ve hemen bü- tün dünya edebiyatı gittikçe derinleşen ve uhrevi bir hüzün değil, dünyevi bir melâl ifade eden muhteşem feryatlarla çalkanmış durmuştur. Zira ruhların en samimi ve de- rin ihtiyaçlarına, yani ölülerimizi tekrar bulmak isteyen şefkat, merhamet ve mu: habbet ihtiyaçlarına, hayatın manasını teş- kil edecek ve müebbeden var olacak bir şeye istinat etmek ihtiyacına, beşer ruhun- da derin kökler salmış olan bir ebediyet ih- tiyacına - eğer inanmak kabil olsa - cesa- retli, geniş, kâfi ve şafi cevaplar veren, ve o şefkat, merhamet, muhabbet ve ebe- diyeti bize tevzi etmeyi vadeden ancak bir din, yani dinler vardır. : Ölüm karşısında bu büyük teselliden mahrum kalmış insandaki geniş ve âsi ru- hun öyle sonsuz ihtiyaçları, “ebediyet,, den mahrum olan her şey hakkında öyle kati istiğnaları, kendisini kemiren fanilik aza- bile öyle yorgun ve bitkin anları oluyor ki böyle zamanlarda yer yüzündeki bütün baş- ka teselliler, ona birer züğürt tesellisi gibi geliyor! Abdülhak Şinasi İSAR