AĞAÇ FANİLİĞİMİZ VE EDEBİYAT Bazılarımızın yer yüzünde en çok duy- duğumuz his, faniliğimizi bilmemizden gelen bir melâldir. Filhakika ruhumuzun geniş emelleri ve hulyalarile, hakikatin yani haki- ki kuvvetlerimizin ve taliimizin arasındaki nisbetsizlik bizi bedbaht etmeye kâfi gelir. Düşünürsek, bütün hayat, çekdiğimiz bir çubuk içindeki esrar gibidir. Biz mestolu- yoruz, fakat .bizim zevkimizi temin eden onun yanıp geçişidir. Bu tezat içinde mes- ut olabilmek şüphe yok ki hiç kolay değil. dir. Biraz hassasiyet saadetin tadına bu zehri karıştırmaya kifayet eder. Bunca de- rin hisleri tahlilsiz ifade etmesini bilen bü- yük şairler, bu tezadı mütemadiyen hissedi- yorlar. Duyduğumuz bütün güzellikler bizi mest ve mesut etmiş rüyaların, hülyaların emellerin ve vuslatların artık hatıralara inkilâp eden, zavallı ve perişan dağılan du- manlarıdır. Biz, âciz, çubuğumuzdan çıkan bu dumanların yavaşça boşluğa inkılâp et- tiklerini seyrediyoruz. Biliyoruz ki bizi bahtiyar eden her lez- zet ve canımızla ödemeyi kabul ettiğimiz vuslat bile geçecek. Bu geçen vuslat demini ruhumuza mıhlamak ister gibi yanan kıvıl- cımlı buselerimiz sönecek, ellerimize geçen ellerin sıcaklığı ruhumuzda birikmeden uça- cak. Şefkat, muhabbet, vuslat, saadet hulâ- sa her lezzet hiç bir ân elimize geçmiş de- gil, hep elimizden geçmiş olacak. Bunca emellerle çırpınan kalb hiç bir servet birik- tiremeden daima vuslata muhtaç, daima aç kalacak ve geçen aşk ve hayatın ruhumuz- da bıraktığı hatıralar bile - uzak mesafeler det dolu, zamandan ve mekândan uzak bir ebediyete doğruluyoruz. Fakat unutuyoruz ki hayatın şartı za- man, şuurun mahiyeti devamdır. Hayatı ha- yat yapan bu hedefe yürüyüş ve erişmek isteyişidir. Hedefe varıldığı an, bütün arzu- lar susacak, yani hayat nihayet bulacaktır. O halde hayatın mahiyeti, sonsuz bir isteyiş, atılış ve çırpınıştır. v Suut Kemal YETKİN içinde bazan kaybolup bata çıka görünen yıldızlar gibi - hafızamız ve ruhumuz içinde giltikçe dağıla dağıla bizimle birlikte büs- bütün sönecek. Bize hayat ve ruh veren vücut ve muhabbet ölecek. Birtek aksi rüzgâr bizim iç içe geçmiş bahar ve hazan- larile, kucaklaşmış fırtına ve sükünetlerile dumanlı ve berrak ömrümüzü bu boşluğun içine dağıtıverecek ve biz güya hiç bir za- man mevcut olmamış gibi büsbütün yok olacağız. Evvel zaman içinde tabiatin sert çehresi ve dünyanın bütün katılıkları ruhlardaki itikadın bugusu ve sislerile nemlenir, yumu- şar ve örtünürdü. Servilerin uhrevi mırıltı- ları insana öteki dünyadan haber verir; yer yüzünde bir mabedin şefkatli kokusu yüzer ve ruhlara sinerdi. Yıldızlar bu mabedin asıl- miş yanan yüz binlerce kandilleri gibiydi. O zamanlarda hakikat bir tekdi ve insanlar onu arayıp bulmaya muhtaç değillerdi. Bul- muş gibiydiler. Metbu olmayı dilemiyen ilim dine tabiydi. Hakikati söyliyen ve talim eden Allahdı. Fakat insanlar yavaş yavaş bu kokudan ayrılıp bu sihirden uyandılar. Bahtsız göz- leri açıldı. Bir Fransız filozofunun demiş olduğu gibi, hakikati aramakta dehşetli bir tehlike vardır ki buda onu bulmaktır. Ne- bati bir hayatın şuursuzluğuna malik olmi- yan ve hayvani, bir hayat ile iktifa edemi- yen insanlar, Promethâe gibi kendilerine gökten bir parça ziya çaldılar ve bu aydınlıkta gördükleri hakikat kendilerini tethiş etti. Bu hakikat eski zamanların tasavvur ede- bildiği her tülü dehşetten daha, beterdi. Acı, tecrübevi ilim hakikatin bu merhâmetsiz çehresini gösterince eski ümitler mahvoldu ve ruhları dolduran eski kolay ve yumuşak iman öldü. Beşer zekâsının çeşnisi değişti. Artık ilmin yetiştirdiği meyveler ağızlara bir kül tadı verdi. Natüralistler insanı da, hayvani, nebati, madeni hayat silsilelerine bağladılar. İlim yüzünden semanın ve dün- yanın eski uhrevi renkleri soldu, dini koku- sü uçtu. Artık biz semanın oğulları olduk-