kavun kesmekle, bir kısmı da, va- lizleri üstüste koyarak Hafiz Hü- geyinin önüne sofra kurmakla meş- guldü. O, pür iştiha kavunları yerken bir şeyler arar gibi etrafına bakı- nıyordu. Nihayet, dudaklarından kavun sularını akıtarak baklayı ağzından çıkardı: — Ekmeğiniz de var mı hem- geriler ? Açmış... Tabii, söz, derhal tesi- rini gösterdi, Sepetler yere indirildi; kapaklar açıldı ve sofraya bir yığın siyah köy ekmeği kondu, Sılasından dö- nen bir nefer de, evde kendisi için yapılmış pazlamaları, çökelekli bö- rekleri yağlından çıkarıp: — Buyur... Diye mırıldanarak üstadın önü- ne sürdü, Arkadan kurabiye, Bövüş getirenler de caba... memnun bir gülmseme ile mütemadiyen atıştırıyor ve: — Buyursan a birader. sofra zor bulursun. Diye bana da, babasının malıy- mış gibi ikramlarda bulunuyordu. Sıra ikinci kavuna gelmişti. O, yerdeki kavunları saplarından tutup .tartaklamağa başladı. Nihayet en okkalışı olduğunu tahmin ettiği bir kavunu ortaya koydu. Kesecek oldular; bırakmadı. Yanındaki ne- ferden çakı istiyerek kendisi kes- meğe koyuldu. İkiye ayırdığı kavnnun içi hi- yar renginde çıkınca üstadın yüzü kırıştı. Dilimlemeden önçe tadını anlamak arzusu ile kestiği bi? par- çayı ağzına atıp ta dişleri ile .sı- kınca, öğürerek ezik kavun lok- masını sofra üzerine tükürdü. Su- ların bir kışmı pantolonuma sıçra- miştı. kendimi zor tuttum. Fakat o, bir taraftan pencereden dışarı- ya tükürmekte devam ederken, diğer taraftan da: — “Bu hayvanlar, beni zehirle- mek istiyor. Diye arsız arsiz söylenmeğe baş- layınca, benim de sabrım tükendi; akşamdanberi boğazıma kadar çi- kan isyan dalgası, nihayet dışarı fırladı. — Münasebetsiz adam, diye ağzıma geleni ssvurmağa başladım; nankör köpek, saatlerdenberi bu inganoğlu insanların yüzüne hay- van gibi hırladığın yetişmedi mi, bre nâmered!.. Böyle Bahara Hazırlık Dünya harbinin can damarı olan Tanklar yükleniyor. Ayağa fırlamıştım. Kendime hâkim değildim. Çılgın gibi üze- rine atıldım. Durdukça deliliğim artıyordu. Üçüncü mevki yolcuları aramıza girdiler; onu, kapıya doğ- ru sürükleğiler. — Bırakın şu yılanı bana, diye bağırıyordum; ezin şu yılanın ka- fasını... 'Fekrar saldırdım; önüme geç- tiler. Şaşkın filozof, ben bağırarak saldırdıkça, biraz önceye kadar «bu hayvanlar» diye tahkir ettiği insanlara dahs fazis sokuluyordu. Mihayet, kapıyı açmağa muvaffak oldular; filozofu dışarı çıkarmışlar: dı. Arkasından fırlamak letedim; meni oldular. Hırsımı alamamıştım; her hal- de, sıkılan yumrukisrımdaki hid- det, onun, birag evvel sofraya tü. kürdüğü zehirli kavundan farkı olmıyan kafasını çürütmeliydi... Fakat, iyi insanlar, en düşkün bir cemiyet topluluğu içinde bile yer alamıyacak kadar aşağılık olan bu “acı kavunun, ardından git- memede mani olduler. Dışarda, pencerenin dibinde saç- Isrını ve donuk yüzünü gördüğüm için, hâlâ, yumruklarım sıkılı, be- gırnyorum : — Gidi yarım münevver seni, gidi ham hıyar, acı kavun seni... Hepsi yalanl. &eni, cemiyet ka- bel etmiyor! Orada da görünmez olmuştu. X Ey salâhiyet sahibleri; yüzümü- zü ak edenler!. Vücut sağlamlığı için sürü sürü, giftlik çiftlik stadyumlar yaptırdı- nız. Sağ olun, var olun! Maalesef, içimizde pböyle ruj- ları zehirliyen ham filozoflar, yarım münevverler, «aci kavunlar» lar da var. Ruh sağlığını (temin için, böylelerine meydan dayağı çekmek maksadile bu astadyurmlardan iati- fade edemez miyiz, ey salâhiyet sahipleri 1. 1939 - Antakya Tuğrul DELİORMAN 247 — Servetifüönem — 7381