Bu, öyle korkunç ve'müdhiş bir andı ki, Nihadı, tıpkı köküne yıl- dırım inen bir ağaç gibi hasta kar- deşinin üstüne yıkmıştı. Hiç bir şey söyliyecek halde değildi. İlk işi kardeşinin ağzına tuttuğu aynayı nevmidane mindere fırlat- mak ve &oura: — Kerdeşim.. Kardeşim |. Çığlıklarile küçük ölünün üslü- ne kapanmak olmuştu. Bu ses, ana ve babasını çıldırtımağa kâfi gel- mişdi. Küçüğün ölümü, pek ani ve sessiz olmuştu. Hiç bir sekerat ge- girmemişti. Hattâ odayı dolduran Işığı görmek ihtiyacile - alelekger birçok ölülerde olduğu gibi - göz- lerini son haddine kadar bile aç. mâamıştı, son nefesini, adetâ bir nefes alıp verir gibi yorgun ve ih- tilâçsız vermişti. Onun için küçü: ğün başucunda oturan babe, hiç bir şeyin farkında olmamıştı. Küçüğün ayaklarını tutan anne, üşüdüğünü düşünerek onun minimini ayakla- rını biraz ısıtmak ihbiyacile avucu içinde tutuyordu. Nihadın ihtiyarı haricindaki va- veylâsı ve kendisini çılgın gibi kar- deşinin üstüne atması, büyük facia- yı, onlara bütün korkuçlığile an- latmıştı. Ana baba ne yaptıklarını bil- meksizin deli gibi yerlerinden fır- lamışlardı. Onların bu dehşetle fır- layışı, yalçın tepeleri bulutlara ka- rışan koca dağların şaralı ihtilâç- larını andırıyordu. Çünkü ba, bir ana ve babanın, ölen yavrularının soğuk ve küçücük cesedi önündeki son, ümidsiz ve delice bir ihtilâcı idi. Nihad, bundan sonrasını bilmi- yordu. Uzun bir baygınlık geçir- mişti. Gözlerini biraz açtığı zaman annesini başucunda bulmuştu. Annesi, oğlunun kat'i israrı kar- şısında odayı terk etmeğe mecbur olmuştu. O zaman Nihad, biraz hava almak ihtiyacile pencerenin önüne gitmişti: güneş batmak üzereydi. (*) Bu yazı Selâhaddin Enis'in hazır- lamakta olduğu yeni eserinden pa rçadır. SERVETİFÜNUN Küçüğün Yazan: Selâhaddin Sıcak bir Haziran gününün bütün hararetini emen topraktan ve kar- şıki evlerin dam ve kaplamaların- dan boğucu bir hava yükselmek- teydi. Nihad, bu manzara önünde, yü- reğinde gurbette kalmış bir insanın acısını duymuştu. Küçük ölü, kendi bulunduğu odanın üstündeki odada artık gözleri ebediyen açılmamak, ciğerleri ebediyen teneffüs etme- mek ve küçük vücudü ebediyen hareket etmemek üzere ölüm uy- kusu içindeydi. Artık karşısındaki bahçenin ağaçları, evdeki odaların tavan ve duvârları onur neşeli, şen ahenkli çocuk sesini işidemiye- cek, bahçenin toprakları, avlunun taşları ve odaların döşemeleri üs tünde onun minimini çealâk ayak- ları gezinmiyekti. Arirk onun göz- leri, bu akşam şu batan güneşi göremediği gibi, yarın doğa- cak olan güneşe karşı da ebediyen yumulu kalacaktı. Varın akşam, bu saatte, bu nerin ve nahif vücut, şu haşin, şu kör, şu karanlık top- rağın altında anadan, babadan ve kardeşten uzak bir başına kalş- caktı. Eğer ölümden sonra iddia edildiği bir hayat varsa, onun gü- zel ve narin başı, üstüne kapanan tabutun tahta kapağına vurunca, küçük ölü, kapkaranlık bir çuku- Tun içinde ebedi metrukiyete terk edildiğini görünce, kim bilir, maal müdhiş bir korku ile haykıracaktı. Ölüm çek feci bir şeydi; hayat- tan kâm slmıyan çocukların ölümü, faciaların faciasıydı. Mahallenin mescidinden akşam ezanını okuyan müezzinin sesi işi- tildi. Bu ges, ezanı kısa cümlelerle ve acele acele okumaktaydı. Koca ev, sonsuz bir sessizlik içine gömülmüştü. Yalnız birses: bu evin tavanları altında geçen facianin nabiz darbeleri... Yalnız, bu duyuluyordu. No. 2219—534 ölümü! Enis Nihad, birden irkildi: Yukarıki odada bir ayak tapırdısı duydu. Bir an, kardeşinin bir mucize ile dirildiğini tasavvur etti; fakab bu tasavvuru çok uzun sürmedi. Aka- binde yukariki odadan yavaştan başlıyan hazin bir kur'an sesi işitti. O zaman başını pencerenin perva- zına dayadı. Ukbadan gelen, bizim meçhulümüz olan uhrevi bir âle- min ahengini taşıyan bu sesi, bu- Şi pencere pervazına dayalı ve kir- piklerindeki yaşlar, birbiri arkasına yanaklarından çenesine doğru 81-- zarak, Aessiz ve sedasız için için ağlıyarak dinledi. Yukarıki odada kardeşi, başu- cunda yanan bir lâmbanın goluk ışığı ve mahalle hafızının kur'an okuyan sesi arasında, gözleri mü- müebbeden kapalı, etrafının acıla- rından ve hıçkırıklarından haber- siz nyuyordu, Okadar nefsini zor- ladığı halde bacaklarında yukarıya çıkmak ve kardeşinin cansız ve ha- reketsiz buz gibi cesedine sarılarak hüngür hüngür ağlamak, hattâ o- nun odasında bulunmak çesaretini kendinde görememiş; onu bu ey- deki son gecesinde terketmiş ol- manın, onun terkedilmiş olmasının ağır acısını, derin ve karanlık acı- sını vicdanının tâ içinde duymuştu. Sanki üstündeki oda ile kendi odası arasında birdenbire buzdan, kar- dan, kalın, ağır bir sed, bir çit ö- rülmüştü. ANADOLU Memleket duygularile örülmüş şiirler M. FARUK GÜRTUNCA Sanatkâr Münif Fehim'in tablo ilâvelerile yakında çıkıyor. Çıkaran: Ülkü basımevi, İstanbul