Şahşiyetçilik dâvamız; Ecnebi müighassıs Bası MIZDAKİ, asırlık ecnebi mütehassıs felâketi , Tanzima- tın başında, ortasında w sonunda anlaşılmamıştı. Ondan sonra ise, anlaşılamamak derecesi her gün biraz daha yükselerek bugüne ka: dar geldi. Dâvanın düğüm başı: Kendimize, birtakım, sahte ve suni milliyet meddahlıkları ve yi- ne birtakım sahte ve sun'i nefs ha- karetlerine rağmen, bir türlü ina- namamak, güvenememek hastalı- ğ İşte, frenklerin «kendisini küçük görme ukdesi» diye ifadelendirdik- leri, muhasebe ve mürakabe edil- meden kopyası çıkarılan sathi Av- rupacılık gayretinin bize hediyesi, büyük hastalığımız; ve bu hastalı- ğın müşahhaş pilânda en korkunç eseri: Ecnebi mütehassıs.. Şimdi mütcarifelerin en ilmisiy- muslu kadınlara da sirayet etti, Ka- dınlar, kendilerine bu ceşit esvap- lar tedarik etmeleri için kocalarını zorlamağa başladılar; âlem fesada düştü. Hali vakti yerinde, mali kudreti olan erkekler, karılarının arzularını yerine getirerek malları- ni sefahet uğruna verdiler, Allah indinde günahkâr oldular. Karıları- nın arzularını tatmin edemiyen er- keklerin aile ocağı yıkıldı, boşan- mağa mecbur oldular. Artık şer'an ve kanunen Kadınların kıyafetini tanzim etmek gerekti; şöyle ki: Kadınların bir karıştan büyük yakalı ferace giymeleri, üc değir- miden ziyade yemeni ile sokağa çıkmaları ve bir parmaktan ziyade şerit kullanmaları yasak edilmiştir. Feracelerinin yakası geniş olan ka- dınlara, ilk seferinde feracelerinin yakaları vırtılarak hakaret oluna- caktır; ısrar edenler ikinci seferin- de İstanbuldan taşraya sürülecek- lerdir. Bu vasak mahalle imamları vasıtasiyle bütün İstanbul kadınla- rına ehemmiyetle tebliğ edilecek- tir, Bu ceşit esvav ve feraceleri di- ken terzilere ve şeritcilere de bun- dan böyle bu #ibi esvap ve ferace- leri dikmemeleri bildirilecektir; yasağı dinlemiyen terzi ve şeritçi- ler de ağır ceza göreceklerdir. Siz- ler ki, İstanbulun hâkimleri ve dir- lik ve düzeninden meş'ul olan kim- selersiniz, bu hususta ihmal göste- rirseniz siz de şiddetle cezalandırı- lacaksınız!..» Reşat Ekrem Saf ilim ve san'at işin- de ecnebi mütehassıs! kullanan bir millet, şah- siyete ve milli dehaya! paydos demiştir ! le havkıralım: Sâf ilim ve sanatta yabancı mütehassıs olamaz!!! Sâf ilim ve güzel sanatlar, bir milletin kendi ruhi kaynaklarında pınarlaşır, oradan kaynar, kendi ezelinden kendi ebedine doğru akar, gider. Ve daima beşeri kad- roda birbirine örnek ve cevher teş- kil etmek hususiyetine rağmen da- ima milli bir şahsiyet ve asliyet çizgisini muhafaza eder. Bir mille- tin ruhu, genis ve insani bir pi- lânda her aşıyı kabul etse de, za- tülharekeliğini, vani istiklâlini kı- rıcı hicbir aşıya arzedilemez. Ecnebi mütehassıs, olsa olsa, ka- lıplaşmış, donmuş ve ruhi salâkala- rını kaybetmiş fen şubelerinde ola- bilir Meselâ bir orduda herhangi bir âletin isleme tarzını öğretecek bir ecnebi mütehassısı : bulundurabi- lir; fakat bir talim ve terbiye mü- tehassısı, asla!.. Bunlardan birincisi fen, sâf ilim ve sanattir. Hoş, bizde henüz ilimle sanatin farkı bile anlaşılabilmiş değil ki... Halbuki biz, Tanzimattanberi kendimizi topyekün ecnebi müte- hassısın visal yatağına teslim et- mekte tereddüt etmedik. Evet, Tanzimattanberi başlıyan hastalığı- mızın bugüne kadar omüzminleşe müzminleşe gelen dolambaclı seyri budur ikincisi Bizi topyekün tasfiye kararını veren ecnebiler dünyasına karşı yüzde vüz milli ve sahsi bir hamle şeklinde icimizden fışkıran İstik- lâl Savasının ruhu ne idi?. Tam bir milliilik, şahsilik, maddi ve mane- vi istiklâl ihtirası değil mi? Ondan sonra bu ruhu her iş sahasında ör- nekleştirmek borcunda değil miy- dik? İstiklâl Savaşı nisbetinde milli ve şahsi bir isenin, mermere nakşedilecek ürpertilerini bir Av- rupalı elinden beklenmesini ve meydana, bir Taksim, bir Saray- zilini kn LİE ğ A burnu, bir Ulus meydanı âbidesi- nin cıkmasını tefsir mümkün mü- ir? A E İstiklâl Savaşımızın heyecanını bir ecnebi mütehassısa ısmarlamak- la, bizzat o hamleyi Avrupalıya ısmarlamak arasında zerrece fark yoktur Başlangıçta temsil ettiğimiz şah- siyet ve şehamet levhasiyle bunlar ne büyük birer tezat halinde... Ve nihayet bu tezadın billürlaş- tırdığı hakikat şudur ki, mekân pilânında kurtulan ve kurtarılan Türk, zaman pilânında tamamen tahrip edilmiştir. Yine heykel misali üzerinde yü- rüyelim: İnkilâp âbideleri olarak diktik- lerimizin belki malzemesi, dökümü, maddi unsurları, bizim yapamıya- cağımız kadar iyidir. Pek mümr- kün; fakat bunlar işte hep kuru teknik kadrosunun eşyası.. Onlar- da olmıyan şey ise bizim ruhumuz- dur, Baş ihtiyacımız da ruhumuz değil mi? Ayni kanunu, topyekün yüksek okullarımızı dolduran sâf ilim ve sanat sahasındaki mütehassıslara tatbik edebiliriz. Bir milletin öz ruhuna mensup olmıyanlar, o ru- hun teknesinde sâf ilim ve sanat hamurunu yuğurmaktan memnü- durlar. Zira meydana çıkaracakları bir hamur değil, bir şahsiyetsizlik . çamuru olacaktır. Hele bir zaman- lar, kurultayvlarda, ecnebi mütehas- sıs hamurkârlarının nezareti al- tında devşirilmek ve yuğurulmak istenen milli tarih ilmimize bakıp da hayret ve dehşet içinde bu- nalmamak kabil mi? Dâva açık ve hattâ basittir: Garbı, Türk cocuklarına kendi içinden tanıtarak ve bir Türk ru- hundan süzdürerek omemleketi- mize getirebilir ve aşılatabiliriz; fakat milli ve ruhi mahremlerimi- zin visal vataklarını ecnebi mü- tehassısa acamayız! Halbuki bütün harimimiz on- ların eline gecmiş; ve hele son (Amerikanizm) gayretiyle kendi- mize ait hiçbir noktamız kalma- mıştır. Bir milletin politikasını tut- mak başka, şahsivetini ona kurban etmek başkadır. Mustafa MÜFTÜOĞLU İ | l Dram 1i 3. “ “ i